T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLETİŞİM FAKÜLTESİ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI ARNAVUTLUK VE TÜRKİYE ÖRNEKLERİNDE TOPLUMSAL CİNSİYET

April 13, 2017 | Author: Ekin Tarcan | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

1 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLETİŞİM FAKÜLTESİ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI AR...

Description

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLETİŞİM FAKÜLTESİ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI

ARNAVUTLUK VE TÜRKİYE ÖRNEKLERİNDE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNİN KADINLAR ARASINDA AKTARIMI

Yüksek Lisans Tezi

Erlinda MURATİ

Ankara – 2012

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLETİŞİM FAKÜLTESİ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI

ARNAVUTLUK VE TÜRKİYE ÖRNEKLERİNDE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNİN KADINLAR ARASINDA AKTARIMI

Yüksek Lisans Tezi

Erlinda MURATİ

Tez Danışmanı Doç. Dr. Laika Funda ŞENOL CANTEK

Ankara – 2012

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLETİŞİM FAKÜLTESİ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI

ARNAVUTLUK VE TÜRKİYE ÖRNEKLERİNDE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNİN KADINLAR ARASINDA AKTARIMI Yüksek Lisans Tezi

Tez Danışmanı: Doç. Dr. Laika Funda ŞENOL CANTEK

Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı

İmzası

Doç. Dr. Laika Funda ŞENOL CANTEK

…………………...

Doç. Dr. Bedriye POYRAZ

…………………...

Doç. Dr. Elif Ekin AKŞİT

…………………..

Tez Sınavı Tarihi :08/11/2012

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE

Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.(……/……/20…)

Tezi Hazırlayan Öğrencinin

Adı ve Soyadı

………………………………………

İmzası

………………………………………

İÇİNDEKİLER I. BÖLÜM: GİRİŞ...……………………………………………………………………...3 1.1. PROBLEM: ............................................................................................................ 6 1.2. AMAÇ .................................................................................................................... 9 1.3. KAPSAM ve YÖNTEM ...................................................................................... 10 1.3.1. DERİNLEMESİNE MÜLAKAT ............................................................... 12 1.3.2. SORULAR HAVUZU ............................................................................... 14 II. BÖLÜM: TOPLUMSAL CİNSİYETİN İNŞA EDİLMESİ ....................................... 15 2.1. TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNİN SÖZLÜ KÜLTÜR ARACILIĞIYLA KUŞAKLARARASI AKTARIMI ................................................................................... 15 2.2. “KADINLIĞINI” ANLATAN KADINLAR ....................................................... 28 2.3. GELENEK VE DENEYİMLERE DAYALI BİLGİNİN KADINLARARASI AKTARIMI VE UYARLANMASI ................................................................................. 39 2.4. KURUMSAL BİLGİNİN GELENEKSEL BİLGİYLE ALIŞVERİŞİ ................ 43 III. BÖLÜM: İKİ FARKLI KÜLTÜRDE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI .................................................................................................. 50 3.1. ARNAVUT KADININ GELENEK VE ADETLERİ: ......................................... 50 3.2. TÜRKİYELİ KADININ GELENEK VE ADETLERİ: ....................................... 60 3.3. SÖZLÜ KÜLTÜRÜN VE MODERNLEŞMENİN ETKİSİ: .............................. 72

1

3.4. DİN BİLGİLERİNİN TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ……………………………………………………………………………….83 IV.

BÖLÜM:

ARNAVUTLUK

VE

TÜRKİYE’NİN

KADINLIK

ROLLERİ

BAKIMINDAN KARŞILAŞTIRILMASI ....................................................................... 86 4.1. KADINLARIN KADINLIK ROLLERİNİN BELİRLENMESİ ......................... 87 4.2. KUŞAK FARKINA GÖRE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİ ................... 99 4.3. SOSYAL SINIF FARKINA GÖRE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİ .... 105 4.4. EĞİTİM DENEYİMİ FARKINA GÖRE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİ ........................................................................................................................................ 108 V. SONUÇ .................................................................................................................... 115 VI. KAYNAKÇA ........................................................................................................... 119 VII. EKLER ................................................................................................................... 125 ÖZET.............................................................................................................................. 127

2

1.

BÖLÜM: GİRİŞ

Kadın doğmak mı, kadın olmak mı? Kadın doğmak seçmeksizin bir kimlik iken, kadın olmak ise toplumun kadın için belirlediği normlara uymak, doğduğu andan ölene dek sürebilen bir gelişimdir: kız bebeklere pembe giydirirler, kız çocuklarının eline oyuncak bebek verirler, genç kızlara etek giydirip ev işi öğretirler, kadınların namusunu belirlerler, annelerden çocuklarını eğitilmesini bekler, hatalarından sorumlu tutarlar, anneanne/babaannelerin de torunlarına patik örmelerini isterler. Lindsey, mavi ve pembenin ömür boyu sürecek toplumsal cinsiyet sosyalizasyonun başlangıcı (1990, s. 36) olduğunu belirtir. Elbette ki bu basit örnekler toplumdan topluma, ülkeden ülkeye değişmektedir.

Çalışmanın

sonuçları

ilerideki

bölümlerde

örnekler

üzerinde

anlatılacaktır ancak buna bir zemin hazırlamak gerekirse; her ülke, her toplum farklı yöntemleri kullansa bile, kadınları tek bir sonuç/amaç için yetiştirilirler: ait olduğu toplumun ideal kadınını oluşturmak. Acıman, “Gerçek kadın kimliği olgunluk ve bilgelik gerektirir; bu nedenle, kadın olmak bir süreçtir ve kadın doğmak, kadın olmayı garantilemez” (2009, s.17) demektedir. Elbette ki biyolojik cinsiyeti “kadın” olan herkesin toplumsal cinsiyeti de “kadın” değildir; zira bazı kadınlar yaşadığı toplumun kadın üzerindeki klişelere, beklentilere, normlara direnip başkaldırarak sadece biyolojik cinsiyeti kadın olan bir birey olarak karşımıza çıkarlar. Ancak toplumsal baskıyla karşılaştığımız zaman, istediğimiz gibi yaşayamamak oldukça huzursuz, mutsuz eden bir durum, aynı zamanda özgürlük için çabalamak da huzursuzluk yaratan birşey ise bu bizim gücümüzün bir toplumun düşüncelerini yıkmaya yetmediğini ve dolayısıyla zorunlu bir seçim 3

yapmamızı gerektiğini gösterir; özgür ve dışlanmış ya da toplumun içinde ve kısıtlanmış bir birey olarak yaşamak. “Kadın istedikten sonar kocasına herşeyi yaptırır” diyen birçok kadınla karşılaştım, ve buna rağmen evli olup da eşlerinden şikayetçi, evliliklerinden mutsuz olan kadınlara raslamak mümkündür. Öyle ise, kadınların eşlerinin her istediklerini yapacağı düşüncesi teselli eden bir inanış, bir avunma şekli midir? Toplumsal cinsiyetin “isyancılarına” dair örneklere daha detaylı olarak ilerleyen bölümlerde değinilecektir ama önce çalışmada yer alacak başlıklar kısaca açıklanacaktır: “Problem” bölümünde beni bu konuyu seçmeye iten toplumsal nedenler ve merak uyandıran

soruları

açıklayacağım.

Çalışmayla

birlikte

hedeflediklerim/yapmak

istediklerim “Amaç” kısmında yer alırken, araştırmada kullanılan yöntem, mülakatın ihtiva ettiği sorular, tezin sınırları, içerdikleri ve içermedikleri, incelenen konular ve ele alınmayan konular nedenleriyle birlikte “Kapsam ve Yöntem” altbaşlığında açıklığa kavuşturulacaktır. Aşağıda detaylı değinilecek olsa da, Arnavut asıllı ve Türkiye’de eğitim görmekte olduğum için araştırmanın Arnavutluk ve Türkiye’de gerçekleştiğini belirtmekte fayda vardır. Bu araştırma, 15-85 yaşları 15-29, 30-55, 56-85 yaş aralığı olarak üç ayrı kuşağa ayırmış ve her bir kuşaktan dört, her bir ülkeden oniki, toplamda yirmi dört kadın katılmıştır. “Cinsiyetin

İnşa

Edilmesi”

(II.)

bölümünde

çalışmanın

en

önemli

işbirlikçilerine; yaşantılarıyla ufkumu genişleten kadınlara yer verilecektir. Kadınlık deneyimlerini dile getirmeden önceki endişeleri, dile getirirken oluşan farkındalıkları ve mülakat sonunda (özellikle ses kaydedici kapatıldığında) itiraflara doyamayan kadınlar “Kadınlığını Anlatan Kadınlar” alt başlığında ele alınacaktır. Aynı zamanda bu bölümde 4

kadınlara empoze edilen bilgiler yaşadıklarıyla kıyaslanacaktır; hayattaki tecrübelerinin öğretilenlerle örtüşüp örtüşmediği tartışılacaktır. Bu bölümün “Kurumsal Bilginin, Geleneksel Bilgiyle Alışverişi” altbaşlığında toplumsal cinsiyet rollerinin aktarımında, sözlü kültür ve geleneksel bilginin belirleyiciliği ile kurumsal bilginin (eğitim kurumları, medya, sağlık kurumları, örgütler v.b. aracılığıyla yayılan bilgi) etkisi ele alınarak, bu bilgilerin birbirlerini dönüştürüp dönüştürmediğine bakılacaktır. III. Bölümde iki ayrı alt başlık halinde her bir ülkenin kadınlara dair gelenek, görenek, adet, atasözleri ve kültürlerine değinilecektir. Gelenekler, kadınların anlattıkları baz alınarak aktarılacaktır, zira yazılı gelenekler ile karşılaşmamız olanaksız. Üç farklı kuşaktan olan kadınların adetlerindeki farklılaşma, yenilik, değişikleri göz önünde bulundurarak diğer başlıkta sözlü kültüre nazaran modernleşmenin etkisi tartışılacaktır. Bu bölümde ele alınan bir diğer konu ise, dini bilgilerin hakim toplumsal cinsiyet roller üzerindeki etkisidir. IV. Bölümde, her bir kadının toplumsal cinsiyet rollerinin ne olduğunu ve nereden kazandıklarını açıkladıktan sonra, Arnavutluk ve Türkiye kadınlık rolleri bakımından karşılaştırılacaktır. Burada, üç ayrı kuşağa sınıflandırılan Türkiye ve Arnavutluk

kadınlarının

kuşaklar

arasında

farkları

ve

benzerlikleri

açıklığa

kavuşturulacaktır. Bir diğer karşılaştırma ise sınıf farkıdır. Bu alt başlıkta 24 kadının gelir

düzeyi

göz

önünde

bulundulararak

sınıflar

arasındaki

kadınlık

rolleri

kıyaslanacaktır. Kurumsal bilginin edinebileceği en önemli kaynaklardan biri eğitim kurumları olduğundan, kadınların eğitim deneyimleri de sorulmuştur. Bu sayede eğitimin geleneksel bilgiyi dönüştürüp dönüştürmediğine, kadınlık rollerine bir fark katıp katmadığına bakılacaktır. 5

Son

bölümde

hipotezlerin

nasıl

sonuçlandığını

açıklayarak

önerilerde

bulunulacaktır. Katkıda bulunan kadınlara dair bilgiler ise “Ekler” bölümünde yer alacaktır.

1.1. PROBLEM: Cinsiyet, bireyin biyolojik anlamda cinsiyetine bağlı olarak kadın ya da erkek olmasını tanımlayan demografik bir kategoridir. Toplumsal cinsiyet ise, bireyi kadınsı ya da erkeksi olarak tanımlayan, toplumun kadına ve erkeğe yüklediği anlamları ve beklentileri içeren kültürel bir yapı, kadınlığın ve erkekliğin sosyal ortamlarda ifade ediliş şeklidir (Dökmen, 2004). Toplumsal cinsiyet, bireylerin biyolojik cinsiyetlerinden bağımsız olarak kültürün oluşturduğu beklentilere ve kalıplara göre kadınsı veya erkeksi davranışlar ve yaşam stilleri sergilemesidir (Girginer, 1994). Kadınsılık ve erkeksilik kavramları, 70’li yıllarda geleneksel cinsiyet rolü yaklaşımı ve ölçekleri tarafından iki ayrı uçta bulunan tek bir boyut olarak ele alınmıştır. Bu nedenle aldığı eleştiriler üzerinde yeni ölçekler geliştirilerek, kadınsılık ve erkeksiliğin birbirinden bağımsız iki boyutlu bir yapı gösterdiği ileri sürülmüştür (Dökmen, 1999, s. 28). Çocuklar toplumsal cinsiyet ve “toplumsal cinsiyetin nasıl uygulanacağını” öğrenirler, zira bu toplumu yönetme yolunun odak noktasıdır (Mathu, 2008, s.30) Çocuğun çevresindeki kurallara, normlara ve geleneklere göre bireysellesmesi, sosyalizasyon süreci olarak tanımlanmaktadır. Toplumsal cinsiyet sosyalizasyonu ise bu sürecin farklı cinsiyetteki çocukların toplumsal cinsiyet rollerine göre sosyalleştiği bir parçasıdır. Toplumsal cinsiyet sosyalizasyonu doğduğumuz anda basit bir soru ile başlar; 6

“Erkek mi kız mı?”. Biz toplumsal cinsiyet rollerimizi toplumun “öğretmenleri” olan sosyalizasyon ajanlarından öğreniriz (Crespi, 2003). Toplumsal cinsiyet sosyalizasyonu doğduğumuz anda değil, cinsiyet öğrenme ultrasonları kullanılmaya başlamadan önce bile hamile kadınların hayata getirecekleri bebeklerin

cinsiyetleri

farklı

yöntemlerle

keşfedilmeye

çalışılırdı.

Kullanılan

yöntemlerden örnek vermek gerekirse; annenin yüzü kızarırsa bebeğin cinsiyeti kızdır çünkü güzelliğini kız almıştır; anne tatlıya aş erirse kız, turşuya aş erirse erkek çocuğu doğurur, bebek (fetüs) sağa yatarsa kız, sola yatarsa erkektir. Cinsiyetimiz “etiketlendikten” sonra, isimler, giysiler, oyuncaklar uyarlanmaya başlar. Bebekler doğar doğmaz hemşirenin “peri gibi bir kızınız oldu” “aslan gibi bir oğlunuz oldu” diyerek toplumsal cinsiyet rolleri ayrıştırılmaya başlar; bebeğe konulan isim, giydirilen kıyafet, alınan oyuncak, göbeğin düşmesiyle erkeklerinkini inşaat, makine, işletme, kız bebeklerden düşen göbeği ise hemşirelik, öğretmenlik, psikoloji gibi bölümler binasının bahçesine gömerek sosyalizasyon devam ettirilir. Ridgeway’in de belirttiği üzere; kadın ve erkek cinsiyet rolü tutumları, yaşam deneyimlerinin tümünü olmasa bile bir çoğunu doğrudan etkiler. Uygun cinsiyet rolleri ile ilgili tutumlar evlilik ve aile ilişkileri, iş süreçleri ve kişiler arası ilişkiler gibi birçok açıdan etkilemektedir (1997, s. 218-235). Büyüdükçe, kız çocukları anneye, erkek çocukları babaya yakınlaşmaya başlarlar1. Çocuk bu etapta toplumsal cinsiyet rollerini ebeveynden öğrenmeye başlar; 1

Freud bunu Electra ve Oedipus kompleksine bağlamaktadır. Burada kız çocukları

babalarına aşık olurlar ve babalarını etkilemek adına anneye yaklaşıp onun gibi davranmaya çalışırlar, erkekler için ise tam tersidir, aşık olduğu annesinin ilgisini

7

kızlar annelerini yemeğin hazırlanmasında, evin temizliğinde, varsa küçük kardeşinin bakımında yardım ederken, erkek çocuklar ise babalarını elektrik, tamir, araba bakımı gibi işlerde yardım ederler. Farkında olmaksızın sergilenen bu davranışlar günlük yaşamdaki rollerimizi benimsememize neden olmaktadır. “Ev işleri ve çocuk bakımından ibaret olan geleneksel kadınlık rolü, erkeklerin rolüne kıyasla daha düşük seviye ve negatif değer ile bağdaştırılır” (Bernard, 1981, s. 5-11; Riley, 2003, s. 99-113). Kadın ve erkek rollerinin ayrımını “kamusal” alanda görmek de mümkündür. Kamusal alan, bütün halkın hizmet görebileceği, herkesin özgür olması gereken bir mekan/alandan çıkıp sadece erkeklerin özgürlüğünü ifade eden bir “kamusal” alan haline gelmektedir. Aksu’nun da belirtiği üzere, “Kamusal” olarak kabul edilen mekanlar, yani sokaklar caddeler, kahvehaneler, vb... erkeklerle doluyken kadınları ancak belli alışveriş bölgelerinde görebiliriz (2004, s. 533). Kadınlara yönelik beklentiler, istekler, kısıtlanmaların nereden öğrenildiği bilinemezken farkında olmaksızın, sorgulamaksızın özümsenir; bunun “toplumun sesi” olduğu ileri sürülür. Toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyet rollerinin farkında olmaksızın benimsenmesi bizlere toplum içinde “erkek” veya “kadın” sıfatlarını atfetmektedir. Araştırmanın problemi edinen kadınlık rolünün oluşma sürecinden ibarettir. Bu bağlamda, hemcinsimiz olan abla, anne, anneanneler başta olmak üzere, çevremizdeki kadınların “kadınlığa” dair örnek olarak, öğütleyerek, söyleyerek dayatarak aktardıkları

çekebilmek için babasıyla vakit geçirerek onun gibi davranmaya çalışır. Cinsel kimliklerin bu dönemde (5 yaş civarı) kazanıldığı savunulur (Burger, 2006, s. 74-90).

8

bilgi ve deneyimlerin yaşadığımız toplumdaki cinsiyet rollerimizi nasıl inşa ettiği tezin ana problemini oluşturmaktadır. Araştırmanın cevabını aramakta olduğu diğer sorular ise: Arnavutluk ve Türkiye örneklerinde toplumsal cinsiyet rollerinin aktarımı belirtilen üç kuşak, sosyal sınıf, ve eğitim deneyimi grupları/seviyeleri arasında bir farklılık gösterir mi?; Aktarma sürecinde geleneklere nazaran modernleşmenin etkisi nedir?; Kurumsal ve geleneksel bilgi nasıl bir ilişki içindedir? Araştırma belirtilen sorulara cevap bulmak ve ortaya atılan problemlere çözüm/öneri getirmek için en uygun yöntem doğrultusunda gerçekleştirilmiştir.

1.2. AMAÇ Günümüzün teknolojik imkanları her an yeni gelişmeleri getirmektedir; teknoloji ile birlikte hayatımızın her alanı değişim ve reforma uğramaktadır; eğitim, sağlık, ticaret, medya (vs) sektörlerinin değişmesi sadece gündelik hayatımızı değil, toplumdaki konumumuzu da değişikliğe uğratabiliyor. Toplum da bu gelişmelerin hızına yetişebilmek ve adapte olabilmek adına dönüşmektedir. Gelenekler, tek başına olmasa bile, toplumsal gelişme/gerilemede rol oynar. Toplumlar tarih içinde farklı gelişme hızları gösterdiler. Eşitsiz gelişme yasası dediğimiz yasanın hükmü altında, kimileri zaman içinde diğerlerine göre daha hızlı bir gelişme gösterirken, diğer bazıları bunlara göre bir yavaşlık, durağanlık ve hatta zaman zaman gerileme içine girmişlerdir (Gültekin, 1998, s. 19). Coğrafi konum, ekonomik düzey, siyasi durumlar gibi unsurlardan her toplum/ülke aynı hızla gelişemeyebilir, hatta gelişmeleri “tehlikeli” bulup özüne-geleneklerine öncesine göre daha da sıkı bürünebilir. 9

Bu tezde iki farklı toplum, gelişme hızı aynı olmayan iki farklı ülke, farklı eğitim deneyimlerine sahip olabilen 24 kadın ve üç farklı kuşak ile karşı karşıyayız. Geleneksel bilginin aktarımı ve yeniden üretimi sürecini, yeniden üretilirken eskiye göre farklılık göstererek deforme olup olmadığını saptamak tezin amaçlarından birini oluşturmaktadır. Çalışmanın diğer amacı ise, kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin tanımlama, aktarma ve öğrenme sürecinde nasıl yer aldıkları, toplumsal cinsiyet rollerini aktarırken başvurdukarı

yöntemler, kullandıkları

ifadelerdeki

farklılıklar ve

benzerlikler,

geleneklere karşı modernizmin ve teknolojinin etikisi, sözlü kültür ve geleneksel bilginin belirleyiciliği ile kurumsal bilginin 2 (eğitim kurumları, medya, örgütler v.b. aracılığıyla yayılan bilgi) etkisini araştırmaktır.

1.3. KAPSAM ve YÖNTEM Yapılan araştırmalara bakıldığında cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin, geçmişte üzerinde duyarlılıkla durulan konular olarak görülmediği anlaşılmaktadır. Özellikle psikolojinin klasik çalışmalarında, örneklemler sadece erkeklerden oluşturulmuştur (Dökmen, 2004, s. 25). Dökmenin iddiası, çalışmanın neden erkek yerine kadın toplumsal rollerine yöneldiğini açıklamaktadır.

2

Bu tezde geleneksel bilginin aktarımına daha fazla önem verilecektir fakat kurumsal

bilgi geleneksel bilgiyi dönüştürmüş olabileceğinden ve ya geleneksel bilgi kurumsal bilginin içine sızmış olabileceğinden kurumsal bilginin, geleneksel bilgi içerisinde ne kadar yer aldığına da bakılacaktır.

10

Araştırma iki ülke arasında gerçekleştirilmiştir; Arnavutluk ve Türkiye. Bu ülkelerde 12’şer, toplamda 24 kadına ulaşılmıştır. Araştırmanın kadınların kuşaklar arasındaki toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl aktarıldığını gözlemleyebilmek için, 15-85 yaş aralığındaki kadınları kapsamaktadır. Bu yaş aralığı, genç kadın (15-29), orta yaş ve yaşlı adayı (30-55), erken yaşlı ve yaşlı grubu (56-85) olarak üç farklı kuşağa ayrılmıştır. Her kuşaktan dörder kadın, her ülkeden 12, toplamda 24 kadından oluşan örneklem yaşadığı ülke ve yaşı dışında, evli/bekar, eğitimli/eğitimsiz, çocuklu/çocuksuz gibi özellikler farketmeksizin seçilmiştir. Ancak rastgele seçilen kadınlar, eğitim deneyimi, sınıf ve kuşak farkına göre sınıflandırarak kadınlık rolleri bakımından karşılaştırılmıştır. Söz konusu kadınların sahip oldukları özellikler ““Kadınlığını” anlatan kadınlar” altbaşlığında daha detaylı olarak belirtilecektir. Ulaşılan kadınlara derinlemesine mülakat uygulanmıştır. Derinlemesine mülakat (aşağıda değinilecektir) yöntemini seçmekteki amaç, güvenirliliği 3 ve geçerliliği 4 ölçülen açık uçlu sorulardan 5 oluşan havuzun yanısıra, kadınlara daha fazla söz hakkı verilerek, daha fazla bilgiye ulaşmaktır. Görüşmeler ortalama 40 dakika sürmüş, ses kaydedici ile kayda alınmıştır. Arnavutluk’taki görüşmeler Ocak 2012, Türkiye’deki görüşmeler ise Şubat 2012 de gerçeklerştirilmiştir. 3

Güvenirlilik: Testin tutarlı bir şekilde ölçüm yapma derecesi (Burger, 2006, s. 64).

4

Geçerlilik: Bir ölçme aracının ölçmeyi amaçladığı özelliği, başka herhangi bir özellikle

karıştırmadan, doğru olarak ölçebilme derecesi (Burger, 2006, s. 66). 5

Açık uçlu sorular kaynak kişilere bir sınır getirmeden cevap verme imkanı sağlar

(Balcı, 2001, s. 162).

11

Tez, geleneksel bilgi ve sözlü kültür ağırlıklı olmasına rağmen kurumsal bilgiye de yer verilmiştir. Zira, internetteki annelik veya cinsellik siteleri, televizyondaki sağlık veya yemek programları, okullardaki biyoloji veya sağlık derslerindeki kurumsal bilgiler bir toplumun alışagelmiş davranışlarının/geleneklerinin içine sızarak değiştirebilir. Kadınlara derinlemesine mülakat yöntemi kullanıldığı yukarıda belirtilmişti. Sorulan sorulara değinmeden önce, kullanılan yöntemi açıklığa kavuşturulacaktır.

1.3.1. DERİNLEMESİNE MÜLAKAT Derinlemesine mülakat, küçük sayıda katılımcıların belirli bir fikir, program ya da durumda kendi bakış açılarını keşfetmek için yoğun bireysel görüşmeler içeren bir nitel araştırma tekniğidir (Boyce ve Neale, 2006, s. 3). Deneklere/katılımcılara daha fazla söz hakkı verildiği için ve ulaşılması istenen cevapları daha kapsamlı bir şekilde elde etmek adına söz konusu yöntem tercih edilmiştir. Her yöntemde olduğu gibi derinlemesine mülakat yönteminin de avantaj ve dezavantajları vardır. Boyce ve Neale (2006), bu konuda yaptıkları gözlem ve fikirlerini şöyle açıklarlar: Derinlemesine mülakatların birincil avantajı anket gibi diğer veri toplama yöntemlerinden daha çok detaylı bilgi sağlamasıdır. Derinlemesine mülakat bilgi toplamada daha rahat bir ortam sağlabilir - anket doldurmanın tersine, insanlar kendi fikirleri hakkında araştırmacılarla konuşurken daha rahat hissedebilirler. Ancak aşağıda açıklandığı gibi bazı kısıtlılıkları ve güçükleri vardır. Önyargı eğilimli: araştırmacı araştırmanın işleyip işlemediğini "kanıtlamak" isteyebilecekleri için görüşme cevapları önyargılı olabilir. Zaman sorunu olabilir: görüşmeleri yürütmek, yazıya dökmek, değerlendirmek ve sonuçları analize etmek yoğun zaman alabilir. Görüşmeci görüşme tekniklerine uygun eğitilmiş olmalı: görüşmeci daha detaylı ve zengin veri elde edebilmek için kişiyi rahat ettirmeli ve söylediğiyle ilgili görünmeli.

12

Genelleme yapılmamalı: derinlemesine mülakat yapılırken, sonuçlarla ilgili genellemeler genellikle yapılamamakta çünkü küçük örnekler seçiliyor ve rasgele örneklem metodları kullanılmıyor (Boyce ve Neale, 2006, s. 3-4).

Elbette ki avantajlar ve dezavantajlar bunlarla kısıtlı değildir, mülakat uyguladığı her kişi ile yeni kolaylık veya problemlerle karşılaşabilir araştırmacı. Çoğu kadını ses kaydedici cihazı korkuttu ve o kapatıldığında söyleyebilecekleri en önemli bilgileri verdiler. Lakin derinlemesine mülakatın anında soru sorabilme özelliğini yüceltmeden edemeyeceğim; bazen katılımcı kaçamak cevap verebilir, ya da çelişkili ifadeler kullanabilir ve derinlemesine mülakatın sağladığı imkanlar sayesinde araştırmacı istediği cevaba ulaşmak için başka bir soru yöneltebilir. Boyce ve Neale’nin belirttiği “zaman sorunu”na ise görüşmeleri tekrar tekrar dinlemekten keyif aldığımı belirterek kısmen katılmak isterim. Bu çalışmanın mülakatlarını yürütürken zaman sorunundan çok mekan ve ulaşım sorunuyla karşılaştım, dolayısıyla mülakatların hepsi Ankara ve Durrës (Dıraç) şehirlerinde gerçekleştirilmiştir, ancak bazı kadınlar farklı şehirlerde doğmuş/büyümüş ve sonradan bu şehirlere taşınmışlardır. Mülakatların her bir ülke için sadece bir şehirde gerçekleştirilmiş oluşu, tek şehrin bütün ülkeyi temsil edilememesini de beraberinde getirmektedir. Bir diğer nokta ise, her bir ülke için görüşülen 12 kadının, bütün ülkenin kadınları adına konuşmayı engellemekte, böylece “genellikle” terimiyle, Türkiye veya Arnavutluk kadınların çoğunu değil, mülakata katılan 12 Türk veya Arnavut kadının çoğu kastedilmektedir. Zira her kadın farklı deneyimler, yaşantılar, bilgiler barındırmaktadır ve bütün akdınlar adına konuşmak, bütün kadınları araştırmyı gerektirmektedir.

13

1.3.2. SORULAR HAVUZU Mülakatın içerdiği genel sorulara gelecek olursak, Demografik bilgiler (isim, soyisim, yaş, doğum, büyüdükleri ve yaşadıkları yer, eğitim, meslek, gelir düzeyi, kardeşlerinin (varsa) sayısı, cinsiyetleri, kendisinin kaçıncı kardeş olduğu, çocuk (varsa) cinsiyetleri ve sayısı, anne-babanın mesleği, medeni durum, kiminle yaşadığı, ikamet ettiği yer (kasaba, köy, apartman, müstakil ev), yaşadığı yerin diğer kadınlarla, komşularla ilişkilerini nasıl etkilediği, ergenlikle beraber gelen fiziksel değişimleri hakkında (tüylenme, menstrüasyon, meme büyümesi vs,) kimden ve nasıl bilgi aldığı, televizyon programlarının, internetin, veya biyoloji, cinsel sağlık gibi okulda verilen derslerin bu yönde bir katkısı olup olmadığı, çevresindeki erkeklerden kadınlığa dair neler oğrendiği, cinselliği kimin,

nasıl anlattığı, evliliği kim, nasıl anlattığı, eşinin

(varsa) ailesine karşı ne gibi sorumlulukları olduğu, aileden, çevredenaldığı bilgiler ile okuldan, televizyondan, internetten aldığı bilgiler arasında nasıl farklar olduğu, aralarında nasıl bir ilişki kurduğu, hangilerinin ışığında adım attığı, hangilerini daha çok kullandığı, ailesi ve çevresinin bir kadın olarak nasıl davranmasını, giyinmesini istedikleri, bunu nasıl dile getirdikleri, diğer kadınlara danışıp danışmadığı, akıl verip vermediği ve diğer kadınların önerilerini uygulayıp uygulamadığı, diğer kadınların yanında özel bir performas sergileyip sergilemediği (yemek, temizlik, kıllık kıyafet), kadınlarla başka kadınların

dedikodusunu yapıp yapmadığı, başlıca ne konularda

eleştirilidiği, kız çocuğu ve erkek çocuğu olan annelerin farkları, avantaj ve dezavantajları, çevresindeki erkeklere, erkek arkadaşlarına nasıl davranması gerektiği, topluma karşı sorumlulukları, okuma ve meslek seçiminde ailenin etkisi, kadınlığını nasıl yaşamak istediği, kadının ve erkeğin toplumdaki konumunu nasıl değerlendirdiği, 14

ev işlerini kimin öğrettiği, onları kimin yapması gerektiğine inandığı ve kimin yaptığı, dini bilgilerini kimden aldığı, dinin giyim, evlenmeden önce cinsel ilişki yaşamak gibi konularla bir bağlantısı olup olmadığı, çocuklarına cinsel eğitim verip vermediği sorulmuştur görüşülen kadınlara. Sorunların geneli böyle iken, katılımcıya özgü veya söylediklerine bağlı farklı sorular da sorulmuştur. Katılımcılar, sosyal sınıf, eğitim deneyimi ve kuşak farklarına göre sınıflandırılmıştır ve sonuçlar IV. bölümde karşılaştırılmıştır.

2. BÖLÜM: TOPLUMSAL CİNSİYETİN İNŞA EDİLMESİ

2.1.TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNİN SÖZLÜ KÜLTÜR ARACILIĞIYLA KUŞAKLARARASI AKTARIMI

Araştırma süresince üzerinde durulan, tartışılan bir kavram vardır: Toplumsal Cinsiyet. Araştırmanın seçmekte özgür olunmayan biyolojik cinsiyet yerine bebeklerin biyolojik cinsiyeti belirlendiği andan itibaren yaşadığı topluma göre yetiştirilen ve uyarlanan toplumsal cinsiyet üzerinde yoğunlaşması toplumsal cinsiyet kavramına büyük ölçüde önem kazandırmaktadır. Burada, toplumsal cinsiyetin aktarım/aktarma süreci incelendiğinden aktarılırken sözlü kültürün kullanımı kaçınılmaz oluşu araştırmada sözlü kültür olmazsa olmaz kavramlarından biri haline gelmektedir. Toplumsal cinsiyetin sözlü kültür aracılığıyla aktarım durumunda geleneklerin ve modernleşmenin

kuşaklar

arasında

meydana

getirdikleri/getirebilecekleri

15

farklılıkları/benzerlikleri

saptayabilmek

amacıyla

iki

diğer

kavram

karşımıza

çıkartmaktadır: gelenek ve modernleşme. Söz konusu kavramların önemi gereği, farklı düşünür/araştırmacıların nasıl tanımladıklarına değinilecektir: Toplumsal cinsiyet, toplumun verdiği roller, görev ve sorumluluklar, toplumun bireyi nasıl gördüğü, algıladığı ve beklentileri ile ilgili bir kavramdır. (Üner, 2008, s. 6). “Cinsiyet” kavramı kadın ve erkeğin sergilediği davranışların nedenlerini biyolojik olarak tanımlarken, “toplumsal cinsiyet” kavramı kadın ve erkeklerin bu davranışları sergilemede etkilendikleri toplumsal ve kültürel faktörlerden bahseder (Sabuncuoğlu, 2006, s. 74). Biyolojik cinsiyetten farklı olan toplumsal cinsiyet, kültürden kültüre farklılık

gösterebildiği

gibi,

zaman

içerisinde/tarihi

boyunca

de

farklılık

gösterebilmektedir dolayısıyla toplumsal cinsiyet kavramının kuşaklar arasındaki farklılığın olabileceğini algılayabilmek için, kavramın tarihi boyunca nasıl değişikliğe uğradığına değinmekte fayda vardır: Kadınlık rolünün, kadın ayrımcılığının Milattan öncelerine dayandığını Duby’nin editörlüğüne üstlendiği “A History of Women in The West” (Kadınların Tarihi) kitap dizisinde görmek mümkündür; Homeros’tan (MÖ 8. yy) Galenos’a (MS 1. yy) kadar şairler, filozoflar ve hekimler belirgin bir tutarlılıkla kadınlardan bir nesne olarak söz ederler. Sadece kadınlarla ilgili bu bilgiç söylemin saplantılarını sıralamak bizi fazla ileri götürmez: Kadınlar pasiftirler, hatta en iyileri bile anatomide, fizyolojide ve psikolojide erkeklerin gerisindedirler – tartışmasız karşılaştırma standardı. Platon’un Devlet’teki sözde feminizmi hakkında çok şey yazılmıştır; fakat kadınların erkekler gibi eğitimli olmasının gerektiği bir kent tasarlamış olsa ve kadınların istedikleri şeyi yapmalarına

16

izin verecek olsa bile, kadınların yine de aynı işleri erkeklerden daha az iyi yapacakları olgusu bu savı zayıflatır (Sissa, 1992, s. 70). Toplumsal cinsiyet temelli ayrım ve işbölümü aşağı yukarı Orta Paleolitik çağdan Üst Paleolitik çağa geçişte ortaya çıktı (Soffer, 1992, s. 254). Meillassoux, doğaya bağlı cinsiyete dayalı işbölümü veya evlilik, karı-kocalık yada evlatlık gibi cinsiyete dayalı kurumlar olmadığını, bunların (kültürden kültüre fark göstermekle birlikte) kadınlara (ya da kölelere) zorla kabul ettirildiğini (1991, s.20-21) belirtmektedir. Uygar Erkek der: “Ben Özüm (Kendim), ben Efendiyim, geri kalan Ötekidir - dışarıdadır, aşağıdadır, alttadır, itaat edendir. Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben sorgularım, ben faydalanırım, ben kontrol ederim. Önemli olan benim yaptığımdır. Benim ne istediğim tek nedendir. Ben benim, gerisi benim uygun gördüğüm şekilde kullanılacak olan kadınlar ve el değmemiş vahşi arazidir.” (LeGuin, 1989, s.45). Ortaçağ’da toplumsal cinsiyet yaşam süresinin belirlenmesinde sosyal sınıf, meslek ve coğrafyadan daha az önemliymiş gibi görünüyor. Açlık ya da salgın hastalıklar bastırdığında, belli bölgeler ya da sosyal gruplar üzerindeki etki farklılığının, aynı gruptan erkekler ile kadınlar arasındakinden daha fazla olması olasıydı (Opitz, 1992, s.258). Ortaçağı temsil eden resimlerden yola çıkarak, Intermezzo dünyanın tersine döndüğünü ifade eder; erkekler (koca) başında başlık, elinde öreke ve kucağında çocuk ile, kadınlar ise (karısı) bir kask, belinde bir kılıç ve omuzunda bir tüfek ile karşımıza çıkmaktadır. Ancak kadının (memenin) gerçek işlevi yeni doğanı beslemek, gerçek rolü dünyaya çocuk getirmek oluşu dünyanın bu ters dönme durumu sürdürülemezdi (Borin, 1993, s. 200-214). 19. yy’da eğitimli bir kadınla karşı karşıyayız; 1934’re Bertha Pappenheim kadınların Musevilikteki tarihsel rolünü, 17

“Yahudi kadının ruhuna ve dolayısıyla tüm Müseviliğe karşı işlenen bir günah” diyerek eleştirdi ve kadınların daha iyi eğitilmelerini savundu (Kaplan’dan akt. Green). Erkekler ve kadınlar için eşit olmayan eğitim asimetrik toplumsal cinsiyet rollerinden kaynaklanıyor ve bu roller güçlendiriyordu. 19. yy’ da laikleşme, kurtuluş ve Reform’a rağmen, toplumsal cinsiyet ilişkileri ülkeye, dine karşı tutuma (Ortodoks, Reform) ve sınıfa göre farklı olmaya devam etti (Green, 1993, s. 212). Kadınlar çocuk doğurdukları için, vücutları toplumun işleyişinde merkezidir. Kadın fuhuşu çoğaldıkça, cinsel yolla bulaşan hastalıklar çoğaldı; gebeliği önleyen teknikler geliştirildi (G.F. – M.P., 1993, s. 303-304). Hitler zamanında (40’lı yıllarda), yazarlar toplumsal cinsiyet ile sınıfı, toplumsal cinsiyet ile ulusallığı, toplumsal cinsiyet ile yaşı, toplumsal cinsiyet ile dini ilişkilendirmeye çalıştılar: Toplumsal cinsiyetin, çoğunlukla homojen olarak ele alınan gruplar içinde farklılaştırıcı bir faktör olduğu ortaya çıkar (Thébaud, 1992, s. 16). Yirminci yüzyıl görsel kültüre sinemayı ekleyerek toplumsal cinsiyeti tanımlamada güçlü bir rol oynanmıştır. Klasik sinema kadınları eril bir bakışın görsel bakımdan hoş nesneleri olarak temsil eder. Hollywood’un “mutlu sonlar”ı kadınları ataerkil bir düzende ait oldukları yere gönderir: Erkek kahramana, soylu bir fedakarca ölüme ya da dişil normlardan sapmışlarsa uygun bir cezaya (Higonnet, 1992, s.338-339). Beş ciltten oluşan “Kadınların Tarihi”, kadınları Yunan ve Roma toplumundan Yirminci Yüzyıla değin ele alan bir ansiklopedik anketi/dizinidir. Radikal feminist eğilimleri uzak tutularak, makalelerin yazarları kadınlara ilişkin evcimenlik, aile hayatı, din ve devlet politikaları üzerinde durmuş/odaklanmışlardır. Belgelemeciliğin de neredeyse tamamı erkekler tarafından inşa edilmiş, bir zamanlar kadınların hayatın özünü yakalamak için, disiplinlerarası bir yaklaşım kullanarak, efsane ve tarih arasında 18

gidip gelinmiştir. Analizleri açıkça politik olmasa da, yazarlar kadının antik toplumda eşit olmadığı gerçeğini gözden kaçırmadılar; kadınların evleri ya da hizmetçi ve yardımcı ile sınırlandırılan görevlerinden ötürü, sistematik kamusal yaşama katılımları dışlanmıştı. Sonuç olarak kadın tarihi gözardı edilmiş ve kadınların katkıları en aza indirilmiş veya çürütülmüştü. Durum böyle iken, şüphesiz ki sözlü kültür toplumsal cinsiyetin asırlarca; Millatan Önce’sinden günümüze kadar aktarılmasında büyük bir rol oynar. Aksoy’un da vurguladığı üzere, toplumsal cinsiyet rolleri/ideal toplumsal cinsiyet tipleri her kültürde farklı özellikler sergilese de, kültürler arasında toplumsal cinsiyet rollerini aktarılması konusunda toplumlar arasında benzerlikler gözden kaçmamıştır (2006, s.17). Tezin kadınlararası toplumsal ciniyetin aktarma sürecini inceleniyor oluşu, toplumsal cinsiyet kavramın yanısıra, aktarma sürecinde en çok başvurulan yönteme; sözlü kültür terimine önem kazandırmaktadır. Amerikalı İngiliz edebiyat profesörü, kültürel ve dini tarihçi, aynı zamanda da filozof olan Walter J. Ong, sözlü kültürden yazılıya geçiş sürecinin kültürü ve insan bilincin nasıl etki gösterdiği üzerinde kapsamlı araştırma gerçekleştirmiştir. Ong, yazı ve matbaa kavramlarının varlığı bile bilinmeyen, iletişimin yalnız konuşma dilinden oluşan kültürleri “birincil sözlü kültür” olarak nitelendirirken, telefon, radyo, televizyon ve diğer elektronik araçların “sözlü” nitelikleri, üretim ve işlevi önce yazı ve metinden çıkıp sonra konuşma diline dönüştüğü için “ikincil sözlü kültür”ü oluşturduğunu belirtmektedir (Ong, 2010, s. 23-24). Anlaşıldığı üzere, yazı icat edilmeden önce insanlar kendilerine aktarılan bilgiye güvenmekten başka seçenekleri yoktu, zira söylenen sözün sabit kalabileceği bir yazı veya belge bulunmuyordu. Kulaktan kulağa, 19

nesilden nesile ulaştırılan bilgiler/gelenekler aktarılırken değişikliğe uğrayabilir; hepimizin geçmişinde yer alan “kulaktan kulağa oyunu” buna basit bir örnek olsa da yazılı olmayan sözün aktarımında meydana gelen değişiklikleri yaşanmışlıkla anlatabilir. Bu bağlamda yazının “devrim” niteliğinde olduğundu söyleyebiliriz. Birincil sözlü kültürlerde düşünme ve anlatım biçimi şu ortak özellikleri sergileme eğilimindedir: 1- Yancümle yerine ekleme, (bir metin olmasına karşın, sözlü anlatım biçiminin rahatlıkla seçilebileceği, eklemeli anlatış özelliği) 2- Çözümleme yerine kümeleme, (belleği güçlendirmek için kalıplardan yararlanma) 3- Bol tekrarlı ya da “bereketli”, (unutmamak için tekrar yapma) 4- Tutucu ya da gelenekçi, (yıllardır yapılan tekrardan sonra yatırılan enerji gelenekçi veya tutucu bir tavra neden olmaktadır) 5- İnsan yaşamına yakın, (sözlü kültür, tüm bilgilerini insan yaşamına dayanarak, yabancı ve nesnel dünyayı kendilerine

yabancı

olmayan

insan

etkileşimi

çerçevesinde

özümleyerek

kavramlaştırmak ve söze dökmek zorundadır) 6- Mücadeleci eda, (sözlü gelenekte insan ilişkileriyle iç içe olan bilgi, mücadele ortamın dışına çıkmaz (Abraham’dan akt. Ong)) 7- Mesafeli olmak yerine duygudaş ve katılımcı, (sözlü kültürde öğrenmek veya bilmek, bilinenle bilen arasında yakın, duygudaş ve ortaklaşa bir özdeşleşmeye ulaşmak demektir (Havelock’tan akt. Ong)) 8- Değişmeyen ortam dengesi, (güncelliğini yitiren anılar, kolayca bellekten silindiği için, sözlü toplumun yaşadığı anın dengesi (homeostasis) pek kolay bozulmaz) 9- Soyut degil, duruma bağlı

20

(sözlü kültürler, kavramları duruma göre, işlevsel ilişki çerçevesinde kullandığı, bu çerçeve de canlı insan yaşamına yakın olduğu için kavramların soyutluğu asgaridir) (Ong, 2010, s. 52-67).

Sözlü kültür, bir yanıyla insanlığın uzun geçmişinin izi zor sürülebilecek deneyimlerinin ve eylemlerinin bilgisini içerirken diğer yanıyla yazıyla belgelenen ve görsellikle biçimlenen modern zamanların egemen olmayan katman, kesim ve sınıflarının

dayanışmalarını

güçlendiren

deneyimlerine

dayanmaktadır

ki

bu

deneyimlerin, yazılı olanca zapt edilmeyen konuşabilirlik hallerinde ortaya çıktığı kabul edilmektedir (Köker, 2005, s.13). Köker’in belirttiği üzere, sözlü kültür kendi varlığını sürdürebilmek adına modernleşmeyle birlikte gelen yeniliklerle mücadele etmektedir. Yazılı, görsel ve elektronik kültürden farklı olarak sözlü kültürün sayesinde insanların arasındaki bağları güçlendirdiği savunulur; zira sözlü kültürün olmazsa olmazlarından biri yüz yüze iletişimdir. Ong’un da değindiği üzere, birincil sözlü kültür, kişiliği, belli açılardan okuryazar kişiliğinden daha az içine kapalı, dış dünyaya ve topluma daha açık kılar. Sözlü iletişim insanları birleştirir: Yazı ve okuma ise kişinin tek başına yaptığı ve kendi iç dünyasına döndüğü eylemlerdir. Derste öğretmen konuşurken öğrenciler güçlü bir bütündür, öğrencilerin birlik duygusu güçlüdür; ancak öğrenciler kitaplarına dönüp tek başlarına bir metin okumaya başlayınca bu birlik dağılır çünkü herkes kendi kişisel dünyasına girer (Ong, 2010, s.87). Ong’un belirttiği “sözlü iletişim insanları birleştirir” ifadesini bir ters önerme olarak düşünürsek, yazılı ve görsel iletişim insanları birbirlerinden uzaklaştırıdığını söylemek mümkündür. Bu bağlamda yazının, matbaanın, televizyon ve internetin icadıyla sözlü iletişim aktif olmaktan çıkıp pasif hale gelmiştir.

21

Sözlü tarih, kaynak olarak kişisel anıların kullanımı üzerine kuruludur. Bu kaynaklar temel alınarak, tarihçilerin genelde dayandıkları belgeleri tamamlayıcı ve alternative bir tarih oluşturur. Sözlü tarih daha çok bir malzeme toplama yöntemi, bugünü daha iyi anlayabilmek ve geleceği daha iyi yönlendirebilmek için, geçmişi anlamlandırma sürecine yapılan bir katkıdır; belli bir tür tarihsel kaynaktır (Caunce, 2001, s.8-11). Toplumsal cinsiyet gibi, gelenekler de sözlü kültür aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu bağlamda, sözlü kültürün toplum için güvenilen bir “miras taşıyıcısı” olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Gelenek kelimesi ‘gelmek’ fiilinden türemiş ve gelenek şeklinde isme dönüşmüş bir kelimedir. Zaman bakımından daha önceki insanlardan “gelen” bir şeyi ifade ettiğini anlamak zor olmasa gerektir. Öyleyse gelenek, kendinden öncekiler tarafından “verilmiş” bir şey olarak kabul edilmektedir (Armağan, 1998, s.71). Gelenek çok şeyi ifade eder. Sadeliğinde, en basit anlamda, sadece traditum (latince: gelenek) anlamına gelir; bu geçmişten günümüze iletilen veya rivayet edilen herhangi bir şey (Shils, 1981, s.12).Her milletin/ulusun onu diğer milletlerden farklı kılan, kendine özgü dili, kültürü ve gelenekleri vardır. Gelenekler insanın yaşadığı toplumda uyum sağlamak adına kuşaktan kuşağa aktarılır. Bazı gelenekler modernizmle birlikte deforme olur, bazıları ortadan kaldırılır, ama yine de çoğu benimsenerek, sahip çıkılarak yerine getirilir. Bir ülkenin/toplumun geleneklerini üst kuşaklar yerine getiriken/uygularken, alt kuşaklar anlattıklarından veya atasözlerinden öğrenebilir, bu nedenle geleneklerin sözlü kültürle aktarıldığını söylemek mümkündür.

22

Hobsbawm ‘gelenek’ ve ‘görenek’ arasında bir ayrım belirtmektedir: ‘Görenek’, yargıçların yaptığı bir şey iken; ‘gelenek’ (bu kertede, icat edilmiş gelenek) peruk cüppe ve diğer takım taklavat ve yagıçların asıl eylemini sarmalayan ritüelleştirilmi praktiklerdir. ‘görenek’in düşüşü, adet olduğu üzere, onunla iç içe geçmiş olan ‘gelenek’i de kaçınılmaz bir şekilde değiştirecektir. ‘Görenek’

kendini değişmez

kılmaz, çünkü ‘geleneksel’ toplumlarda bile hayat değişmez değildir (2006, s.3-4). Sosyolojik anlamda gelenek, kuşaktan kuşağa aktarılan bilgi, düşünce ve kültür birikimini ifade eder. Bu aktarma işlemi toplumsal istikrar ve sürekliliği güvence altına alan sosyal bir işleve sahiptir. Modernite açısından gelenek ve geleneksellik, tutuculuk, gericilik ve akıldışılıktır. Modernite, kendini gelenek karşıtı olarak tanımladığı sürece “türedi” (bidat) bir olgu ya da sapmadır. Zira gelenek milyonlarca yılın birikimini barındırırken, modernite fiili olarak son birkaç yüzyılın ürünüdür (Canatan, 1995, s. 28). Gelenekler çoğu zaman doğruluğu tartışılmadan yerine getirilse de, 17. yüzyılda modernizmin doğmasıyla gelenekler sorgulanmaya başlanmıştır. Weber’e göre gelenek, bireyi, enstitüyü, davranışı ya da çalışma/iş tarzını bir belge, belirteç veya özellikli verilerin altında yatan daha büyük bir morfolojik birimin ifadesi olarak görerek bunları yorumlamaya calışır (Weber, 2003, s.56). Nitekim gelenekler birer “yasa” olurcasına bizleri hayatımızın her alanında yönlendirici olmaktadır; doğarken kulağımıza ezan ve kamet okunur, bir yola çıkarken arkamızda su dökülmesi, evlenirken kuşağın bağlanması, askerliğe giderken kına yakılması ve sayısız gelenek bizim hayatımızın vazgeçilmez parçası olmuştur.

23

Toplumsal cinsiyet, sözlü kültür ve gelenek kavramlarından bahsederken, modernleşme

kavramını

görmezden

gelmek

olanaksızdır;

zira

cinsiyetin

toplumsallaşması insanlık tarihinin en eski donemlerine, topluluk yaşantısının başlangıcına kadar gitse de, “kadın” sorunu ancak modernizmle birlikte bir problem olar düşünülebilir (Bengül, 2006, s.36), sözlü kültürün, modernleşmenin sağladığı görsel/yazılı iletişim araçlarından (negatif) etkilendiği ve geleneklerin modernleşmenin doğmasıyla sorgulandıkları savunulmaktadır. Modernleşme, ortaya çıkış zamanı, nedeni, bütün dünyayı nasıl etkilediği, neyi ifade ettiği tartışılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimi yaklaşım “gelenek düşmanı” kimi “özenti” ve kimi de “toplumsal gelişme”, “değişim”, “özgürlük” kavramlarıyla açıklar modernleşmeyi. Aynı zamanda halk içinde modernleşme, “batılılaşma” veya “Avrupalılaşma” terimleriyle dillendirilir. Modernleşmenin türetildiği modern kelimesi, içinde yaşanılan zamana ait veya uygun anlamına gelmektedir. Modern, Latince modernus’tan, modernus ise “hemen şimdi” anlamına gelen modo’dan türetilmiştir. Bu anlamlara göre denilebilir ki modern toplum, yeni toplum, şimdiki toplum veya günümüz toplumu demektir (Unat, 1990, s.6). Modernleşme kavramı, “yeni olanı” temsil ederek toplumsal cinsiyetin aktarma sürecinde farklı kuşaklarda ortaya çıkan değişimlerin nedenlerini tespit etme açısından, bu tezde büyük ölçüde önem kazanmaktadır. Modernleşme aslında, gelişmiş toplumun özelliklerinin azgelişmişler tarafından alınması olarak tarif edilir, modernleşme varolan değişmenin değişmesidir. Yani toplum

24

zaten belli bir ölçüde değişedururken anîve hızlı bir değişme dönemine girilmesi sözkonusudur. Modernleşmenin içindeki direnen gelenek sağlıklı ve kararlı bir gelişmede itici rol oynar, ama sağlıklı bir gelişme ve değişme yoksa bu direnme daha sağlıksız biçimlerde ortaya çıkar (Ortaylı, 2001, s.13-15) Modernleşmenin belirsiz bir olgu olarak göründüğünü söyleyen Aygül, tek bir modernleşme sürecinden bahsedemeyeceğimiz gibi, tek bir modernleşme kuramından da bahsedilemediğine belirtmektedir (Aygül, 2008, s.18). batılı olmayan toplumlardaki değişim süreçlerini açıklamak amacıyla geliştirilen modernleşme kuramı, herşeyden önve, “modern” ve “geleneksel” olarak nitelenen iki toplum tipinin karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Bu tipleştirmede esas olarak modern toplum tipinin ne olduğu ifade edilmiş, geleneksel toplum ise bir tür “modern olmayan toplum” biçiminde algılanmıştır (Köker, 1990, s.23). Giddens, “modernlik nedir ?” sorusunu böyle cevaplandırmaktadır: “modernlik”, on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayıp günümüze kadar nerede ise bütün dünyaya etkisini gösteren toplumsal yaşam/sosyal hayat ve örgütlenme şekillerini ifade eder (Giddens, 1990, s.1). Tarihsel olarak modernleşme, on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki toplumsal, ekonomik ve politik sistemlerde meydana gelen değişimin bir ürünü olarak gelişen ve sonra diğer Avrupa ülkelerine, ardından da on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda güney Amerika, Asya ve Afrika kıtalarına yayılan bir süreçtir (Eisenstadt, 2007, s.11). Lerner, modernleşmenin temelinde “akılcı ve pozitivist bir ruhun benimsenmesinin” yattığını belirtirken (1968, s.45), Smith “modern ve modernleşme sözcüklerinin, yeni karakterleriyle öncüllerinden

25

ayrılmış belirli bir zaman dönemlerini ifade ettiklerini belirtir (Smith, 1996, s.89). Köker ise “Geniş kapsamlı toplumsal değişme süreci” ile kastedilenin “modernleşme” olduğunu belirtmektedir (2007, s.19). Gördüğümüz üzere modernleşmenin ortaya çıkış tarihi ile ilgili çeşitli açıklamalar olsa da, bir gerçek vardır ki (yaşadıklarımızdan, şahit olduklarımızdan da anlayabileceğimiz gibi) modernleşmenin getirdiği “moda” gün be gün yeniliğe ugramaktadır; giyim modası, saç modası, mimari tasarımlar, ev eşyası, tv programları ve dizilerin konuları, hatta konuşma tarzının6 bir modası olduğunu bile söyleyebiliriz. Bu bağlamda modernleşmenin getirdikleri insanlar arasındaki iletişim sürecini değişikliğe uğratarak etkilemektedir. Modernleşme

toplum

yapısındaki

farklılaşma

olarak

ele

alınmaktadır.

Modernleşmenin itici gücü ise teknoloji ve toplumsal değerlerdeki değişimlerdir. Modernleşme sürecinde, geleneksel toplumlar basit yapılardan karmaşık yapılara doğru bir değişim süreci içindedir (Bahar, 2009, s. 86). Aslında modernleşmenin sunduğu imkanları düşünürsek, karmaşık olanın basitleştirildiğini görebiliriz; büyüklüğünü bile hayal edemediğimiz dünya, teknoloji sayesinde avuçlarımızın içindedir. Bir diğer örnek ise geleneklerin gerektirdiği değişimlere kapalı, monoton hayat, zaman zaman anlam

6

Konuşma tarzının da bir “modası” olduğunu düşündüren en “meşhur” örnek, 1995

öncesine kadar Arnavutluk’ta “mirupafshim” (güle güle) denirdi, günümüzde ise “ciao” (İtalyanca’da güle güle) kullanılır. Türkiye’ de ise eskiden “selamün aleyküm”, sonralarda güle güle, günümüzde de “bye” kullanılmaktadır.

26

veremediğimiz ama toplumdan dışlanmamak adına (hatta töre kurbanı olmamak adına) yapmak zorunda kaldıklarımız modernleşme sayesinde azalacak diye düşünülmektedir. Araştırma Arnavutluk ve Türkiye’yi kapsadığından, iki ülke için modernleşme sürecini göz önünde bulundurmak gerekmektedir, dolayısıyla her bir ülke için moderleşme sürecinin başlangıç zamanı ile ilgili kısaca değinilmesi ön görülmüştür; Karpat Osmanlı’da modernleşme yolundaki ilk adımın 1793’te III. Selim’in (1761-1808) yeni bir merkezi ordu yaratma çabasıyla başladığını söylemektedir. Daha sonra yönetime geçen II. Mahmud’un (1785-1839) önemi o dönemde Osmanlı’da olan yenilik ve değişime yönelik hareketin niteliğinde değişime yol açmasıydı. II. Mahmud’un yenilik hareketleri, yapılan “her yeniliğin, kaynağı Avrupa olarak farz edilen “ilerleme” ile eşitlenmesine neden olmuştu (Karpat’tan akt. Özsan, 2007, s.21 ). Dolayısıyla, Osmanlı’da yenileşme hareketlerinden tam anlamıyla söz edebileceğimiz dönemin onsekizinci yüzyılın sonu olduğununu belirtilmektedir (Shaw’dan akt. Köker, 2007, s.128). Ortacağ'dan Yeni Çağ'a geçişte Batı Avrupa'da başlayan değişiklikler ve yeni modern insan felsefesi Arnavutluk'ta da önemli mesafeler kaydetti ve izler bıraktı. Arnavutluk

kültürel

açıdan Batı

Avrupa toplumlarına

çok

yaklaşmıstı.

Ancak

Arnavutluk'un Osmanlılarca fethi, Arnavutluk'ta sürmekte olan rönesans reformlarını ve modernleşmeyi aniden durdurdu (http://tr.wikipedia.org/wiki/Arnavutluk_Katolik_Kilisesi).

27

Arnavutluk için modernleşme süreci çok tartışılır; zira Arnavutluk bir çok ülkenin etkisi altında kalarak bir türlü baş kaldıramamıştır. Son olarak İtalya işgalinden kurtulup, “artık özgürüm” diyen Arnavutluk, 1946 yılında Enver Hoxha’nın Cumhuriyet Başkanı olmasıyla modernleşme yolundaki çabalar yine başarısız olmuştur. Arnavutlukta modernizm 1990 yılında fili olarak girmiştir fakat 1994 yılında uygulanmaya

başlamıştır

(http://www.gazeta-albania.net/news.php?id=13416).

Arnavutluk’taki modernleşme süreci üzerinde literatürün eksikliği, internetten araştırmayı mecbur kılmıştır. Toplumsal cinsiyet rolleri araştırılırken, sözlü kültür, gelenek, modernleşme gibi kavramlarının yanısıra incelenmesi gereken diğer iki kavram da bulunmaktadır: “din” ve “etnisite”. Ancak Arnavutluk kadınlarında bunları araştırmak gerçekten de neredeyse olanaksızdır, öyle ki, neden araştırılmadığını açıklamak için dahi, literatür eksikliği bulunmaktadır, dolayısıyla babamın din ve etnisite konusunda paylaştığı özgün bilgilerini kullanmak kaçınılmazdır.

Enver Hoxha ve Din: Osmanlı imperatorluğu boyunca ve ondan uzun bir süre sonra, Arnavutluk’ta müsliman sayısı çoğaldı, öyle ki Arnavutluk’un neredeyse %70’i müslimandı. Ancak Osmanlı İmperatorluğu din konusunda herhangi bir şart koşmadı, zorlama yoktu. Osmanlıdan sonra, İtalya ve Almanya’nın hükmü altında kaldı Arnavutluk. O süreç boyunca, İslamiyetin yanısıra Ortodoks ve Katolikler çoğaldı. Enver Hoxha’nın Arnavutluk’un lideri olmasıyla durum değişti; eşitlik sağlanması yönünde katı çabalar oldu; herkes aynı

28

yemeği, eşit miktarda yemeliydi, herkes eşit maaşı almalıydı, her ailenin mobilyaları aynı olmalıydı, ve tabii ki herkes ateist olacaktı! Arnavutluk Devlet ateizmi, II. Dünya Savaşı sonrasında yüklünen totaliter rejimi sırasında en uç noktaya ulaştı ve Arnavut kültürüne yabancı ithalat olarak tanımlanan dinlerin tümü yasaklandı. 1945 Tarım Reformu Kanunu gereği, emir ve psikoposlukların siteleri dahil, manastırların kazançları kamusallaştırıldı. Çoğu din adamları ve ibadet edenler sınandı, işkence edildi veya idam edildi. Bütün yabancı Katolik papazlar, keşişler ve rahibeler 1946 yılında Arnavutluk’tan atıldı. Dine karşı kampanya 1960 yılında zirve yaptı. 1967 başlarında Arnavut yetkililer Arnavutluk'ta dini hayatını ortadan kaldırmak üzere bir şiddet kampanyası başlattılar. PPSH 7 üyeleri tarafından dahil, herkesten gelen şikayetlere rağmen, tüm kiliseler, camiler, manastırlar ve diğer dini kurumlar ya tamamen kapatıldı ya da depo, spor salonu veya atölyeye dönüştürüldü. Mayıs 1967’ de, Arnavutluk “Dünya’nın ilk ateist ulusu” olarak ilan edildi. Dini isimleri olan kasaba ve köylerin isimleri değiştirildi, okullarda oruç tutan varsa, oruçlarını bozmaları için süt veya dinen yasak olabilecek gıdalar dağıtıldı ve zorla yedirildi. Bu süreç boyunca elbette ki dini ibadetleri yapan kişiler vardı, ancak tespiti durumunda hapis ile cezalandırıldı, sürgüne gönderildi veya idam edildiler. Bu durumda, hiçbir anne-baba çocuğuna dini anlatarak işkence görmesine neden olamazdı. Enver Hoxha sonrası, 1985-1991 yıllar arasında Arnavutluk’un ikinci ve son komunist lideri ve 1982-1992 yıllar arasında Cumhur Başkanı olan Ramiz Alia, Enver Hoxha kadar olmazsa bile, sıkkı yönetimini sürdürdü. Bu yönetim, Aralık 1990 yılında, 7

Partia e Punës e Shqipërisë – Arnavutluk İşçi Partisi

29

Tirana Üniversitesi (o zaman ki ismiye, Enver Hoxha Üniversitesi) öğrencilerinin protestoları ve Enver Hoxha’nın heykelin yıkılmasıyla sonlara yaklaşmıştı. 1992 yılında Sali Berisha’nın Arnavutluk Cumhur Başkanı olmasıyla, sistemi değiştimek adına, öncellikle Enver Hoxha’nın toplum üzerinde yarattığı baskıdan kurtulmak gerekirdi, ve öncellikle Enver Hoxha’nın bütün kitapları toplatıldı ve yakıldı. Bu davranış günümüzde de devam etmektedir, öyle ki Blendi Fevziu’nun yazdığı “Enver Hoxha” adlı kitap Ocak 2012 yılında kızgın

protestolarla yakıldı. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu bilgilere

ulaşmak için, neden babamın yaşantıları ve okuduklarında edinmiş olduğu birikimi kullandığım anlaşılmaktadır. Sali Berisha Arnavutluk’u demokrasi ile tanıştırdı, özgürlüğü yaşattı. Demokrasi boyunca insanlar elbetteki din seçiminde de özgür iradelerini kullanacaklardı, ancak yarım asırlığın bıraktığı bilgisizlik hala hakimiyetini koruyordu; hiçkimse dinin ne olduğunu bilmiyordu. İnsanların dini bölgelere göre belirlendi, der babam. Müslimanlar Durres, Tiran, Bektaşiler Kruje, Elbasan, Ortodokslar Lushnje, Katolikler ise genellikle Vlore,

Sarande

civarında

yaşarlardı.

Ebeveynlerimize

“dinimiz

nedir”

diye

sorduğumuzda kısaca “islamiyet” cevabı gelirdi ancak diğer dinlerden farkımızın ne oduğuna ilişkin de bir açıklama yoktu... İtiraf etmeliyim, bende 13 yaşıma kadar dinimin ne olduğunu elimdeki çizgilere göre belirlendiğini bilirdim... Sınırların açılmasıyla Arnavutluk’a Türk okulları, İtalyan manastırları vs açıldı. Hatırlıyorum ki, babam bir keresinde “insan öldükten sonra da başka bir dünyada ruh denen birşeyin yaşadığını derler, öyle birşey olsaydı, babamın ruhu bana gelirdi, beni öyle çaresiz bırakmazdı” dedi. Sıkkı ve zoraki bir ateist düşüncede yetiştirilenlerin din

30

konusunda bilgi vermek elbetteki zor, kabul etmiyorlar, onlara sıradışı, alışık olmadıkları bir yaşam tarzı gibi gelmektedir. Zira onlar da ebeveynerinden din konusunda bilgilendirilmedikleri gibi, çocuklarını da bilgilendirmediler. Yukarıdaki anlatılardan Arnavut kadınların toplumsal cisiyet rolleri incelenirken neden dinleri sorgulanmadığı anlaşılmaktadır. Zira 12 kadından sadece Redjana ve Zhaneta İslamiyet konusunda yeni bilgilendirildiklerini söylemektedir. Redjana Türk Kolejinde okuyan abisinden öğrenmişken, Zhaneta kızından öğrenmiştir. Burada sadece bir öğrenme sürecinden bahsedilmektedir, henüz namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadetlerin olmadığını belirtmektedirler. Diğer kadınlar ise sadece “müslimanım” diyebilenlerdenler. Ancak belirtildiği gibi, din konusunda bilgileri bulunmamaktadır. Mimoza ise, Kruja’lı olduğu için Bektaşi olduğunu, fakat “Haşure Günü” nü kutladığı gibi, “Şükran Günü” “Bayramı” ve diğer dini günlerde de bir şekilde kutlama yaptığını belirtmektedir. Ayrıca istatistiklere göre Arnavutluk’un %70’i müsliman olmasına rağmen, Arnavutluk’ta mevcut olan bütün dinlerin özel günlerinde resmi tatil ilan edilmiştir. Arnavutluk’ta etnik gruplar ve Dünya’daki Arnavutlar Arnavutluk’un nüfusu yaklaşık üç milyon iken, Dünya’da yaklaşık on milyon Arnavut vardır. 1913 yılında Londra Kongresinde Arnavutluk’a ait olan bazı bölgelerin Makedonya, Sırbistan, Yunanistan’a verilmesinin yanısıra, belirli koşul ve zamanlarda Arnavutlar farklı ülkelere göç etmişlerdir. Örneğin, Osmanlı’nın Balkanlara hakim olmasıyla Hristiyan Arnavutlar İtalya’ya, (özelikle Siçilya) göç etmişlerdir ve orada

31

“Arberesh” adını aldılar. Bunun gibi, farklı politik nedenlerden dolayı Yunanistan’a göç eden Arnavutlar Arvanitika, diğer bölgelere göç edenler ise “Geg” Tosk” veya Çam adlarını almışlardır. Arnavutluk sınırları içerisinde ise, %98.6 Arnavut yaşarken, %1.17 Yunan ve %0.23 Sırb, Makedon, Bulgar vs yaşamaktadır. Dolayısıyla Arnavutluk’ta etnik grupların çok az mevcut olduklarını söylemek mümkündür. Burada, Yunanlar Himar, Sarand şehirlerinde yerleşmişken, Makedon veya Bulgarlar Pogradec şehrinde bulunabilmektedir. Etnik grupların fazla mevcut olmamasıyla birlikte, araştırmaya katılan kadınların hepsi Arnavut olduklarını belirtmekte fayda vardır. Etnisite araştırılmadığı için, aynı şekilde, araştırmaya katılan Türk kadınların tümünün kökeni Türktür.

2.2. “KADINLIĞINI” ANLATAN KADINLAR

Bu bölümde araştırmanın bulgularına geçmeden önce, özgün verilerin “bağışlayıcı”ları olan kadınları daha yakından tanımak adına hayatların özetini anlatmak uygun görülmüştür. Zira, onlar işlerini, kimi kocasını, kimi çocuklarını, kimi dersleri ve en önemlisi toplumsal cinsiyetin konuşulması onlarda yaratılan kaygıyı bir kenara bırakıp, hayatta kendilerine bile itiraf etmedikleriyle araştırmaya katkıda bulunmak adına yüzleştiler. Öncellikle belirtilmelidir ki, kadındar seçilirken mümkün olduğunca anneanne-anne-kız veya anne-kız gibi bağları olan kadınlar seçilmeye özen gösterildi. Buradaki amaç, bazı değişkenler (sınıf, etnisite, kültür v.b. gibi) aynı kalmak kaydıyla, bilgi ve deneyim birikiminin nasıl dönüştüğünü tespit etmektir.

32

Era mühendis bir annenin, orta okul mezunu bir babanın ilk çocuğudur. Kendisi 15 yaşında ve kendisinden üç yaş küçük bir erkek kardeşi vardır. Tirana’da doğmuş, Durrës’ta yaşayan Era’nın annesi Orta Arnavutluk, babası ise Kuzey Arnavutluk’tan, yani iki ayrı bölge ve kültürlerin insanlarıdır (aşağıda değinilecektir). Era, Viola (53)’nın kızı ve Zyra (77)’nın torunudur. Çekirdek ailesiyle tek katlı müstakil bir evde yaşamaktadır. Dört kişinin yaşadığı ailenin toplam geliri 600 $8. Mirela, 20 yaşında, Kuzey Arnavutluk’tan üniversite öğrencisi olduğundan Durrës’a gelen, lise eğitimini bitiren ve tarım işiyle uğraşan anne ve babasından gizli evlenen genç bir kadındır. Bir kız kardeşi olan Mirela, bir senedir eşiyle Durrës’ta kiralık müstakil bir evde yaşamaktadır. Karı-koca öğrenci oldukları için ikisi de çalışmamakta ancak ailelerinden aylık 200$ geril sağlanmaktadır. Redjana üçü kız ve biri erkek, dört kardeşin en küçüğüdür. Annesi ve babası öğretmen, kendisi ise üniversite mezunudur. Redjana Gramsh’ta (Orta Arnavutluk) doğmuş, 10 yaşındayken ailesi ile Durrës’a taşınmış. Redjana 24 yaşında, sözlüdür ve arkadaşlarıyla kiralık bir apartman dairesinde yaşamaktadır. Redjana’nın anne-babası aylık 700$ kazanmaktadır ancak Redjana kendisi tercümanlık ve temizlik yaparak aylık 600$ kazanmaktadır. Anila 29 yaşında, evli, dört yaşında bir kız çocuğu var ve eşi, kayın biraderleri, kayın annesi, kayın babası ve eşinin babaannesi ile tek katlı ama büyük müstakil bir evde yaşamaktadır. Tropojë (Kuzey Arnavutluk) da doğmuş, eğitim için Durrës’a gelmiş ve orada evlenmiştir. Terzi olarak çalışmaktadır. Annesi ve babası köy işleriyle uğraşır, bir abisi ve bir erkek kardeşi vardır. Sekiz kişilik ailenin toplam aylık geliri 700$’dır. 8

Arnavutluk’un asgari ücreti 200 $’dır. 33

Marsela Durrës’ta büyümüş, evlilik nedeniyle Lushnje’ya taşınmış. 31 yaşındadır, kaynanası ve görümcesiyle olan anlaşmazlıklardan sonra, eşi ve 3 yaşındaki kızıyla apartman dairesinde yaşamaktadır. Dört kardeşin ikincisidir; bir abisi ve iki kız kardeşi vardır. Anne ve babası gibi, kendisi de üniversite mezunu öğretmendir ancak rüşvet vermediği için çalışmamaktadır. En değerli varlığı, kızıdır. Marsela’nın ailesi aylık 300$ kazanmaktadır ancak 150$’ını evini satın kayınpederine ödemektedir. Elizabeta 35 yaşında Orta Arnavutluk bölgesinde doğmuş Durrës’ta onüç yıllık eşi ve on yaşındaki oğlu ile birlikte iki katlı müstakil bir evde yaşıyor. On sene boyunca kaynana, kayınpeder ve kayınbırader ile yaşamış. Lise mezunudur. Kendisinden büyük abi ve ablası ve kendisinden küçük erkek ve kız kardeşi vardır. Eşi İtalya’da çalıştıktan sonra, Arnavutluk’a dönmüş ve inşaatta çalışmaktadır. Elizabeta bir evde temizlik yaparak kendi gelirini kazanmaktadır. Kendisini “umutsuz ev kadını” olarak tanımlar. En büyük isteği bir çocuk daha hayata getirmektir. Ailenin aylık geliri 400$’dır. Blerta 40 yaşında ve iki kız (15 ve 5 yaş) çocuğu annesidir. Üniversiteyi yabancı diller bölümünde bitirmiş ancak kuaförlük yapmaktadır. Kuaförlük dışında İngilizce dersleri vermektedir. Eşi inşaat işinde çalışmaktadır. Kaçarak evlenmiş, kızları, eşi ve kaynanasıyla Durrës’ta iki katlı müstakil evde yaşamaktadır. En büyük hatasının kaçarak evlenerek annesini üzmek olduğunu belirtmektedir. Beş kişini yaşadığı ailenin toplam geliri 500$’dır. Viola, Era (15)’nın annesi ve Zyra (77)’nın kızıdır. 53 yaşında, üniversitedeyken kaçırılarak evlenmiş, çevre mühendisidir. Eşinin kıskançlığından dolayı kendi işini yapmayıp, bir büroda su-elektrik faturalarını tahsil etmektedir. Küçük bir şehrin köyünde doğmuş sonra şehre taşınmıştır. 15 yaşındaki kızı, 13 yaşındaki oğlu ve eşi ile 34

Durrës’ta tek katlı müstakil bir evde yaşamaktadır. Eşi Kuzey Arnavutluk’lu olduğunda orada hiç yaşamamış olsa bile o bölgenin geleneklerine hakimdir. 7 kardeşin (altı kız bir erkek) en küçüğüdür. En büyük korkusu annesini kaybetmektir. Ailenin toplam geliri 600$’dır. Zhaneta, Elizabeta (35)’nın kaynanasıdır. 57 yaşında, iki oğlu ve bir kızı vardır. Altı çocuğun ikincisidir (bir ablasının vefat ettiğini saymaksızın). Bir abisi ve kendisinden küçük dört kız kardeşi vardır. On sene boyunca oğulları ve gelini ile yaşamış, şimdi sadece eşi ile iki katlı müstakil bir evde yaşamaktadır. Ortaokul mezunu olan Zhaneta tezgahtarlık, üniversite mezunu olan öğretmen eşi ise inşaat işinde çalışmaktadır. Zhaneta’nın en büyük hayali, İtalya’da yaşayan küçük oğlunun yanında olmaktır. Ailenin aylık geliri 400$. Mimoza 62 yaşında, iki erkek ve bir kızı vardır. Kendisinden büyük bir ablası, iki kız ve iki erkek kardeşi vardır. Annesi pastacı, babası subay, kendisi ise öğretmendir. Babasının işi gereği Arnavutluk’un hemen hemen her şehrinde yaşamıştır. Çok mutlu olduğunu belirten Mimoza, küçük oğlu ve eşiyle apartman dairesinde yaşamaktadır. Mülakata itiraz etmeden, seve seve katılan tek kadındır. Üç kişilik ailenin aylık geliri 600$’dır. Diana iki kız çocuğu olan, 65 yaşında bir annedir. İki abisi, bir ablası ve kendisinden küçük iki erkek kardeşi vardır. Babası şoför, annesi un fabrikasında çalışmış, kendi ise ortaokul mezunu ev hanımıdır. Durrës’ta müstakil bir evde doğan Diana, şimdi kızları, eşi ve zihinsel engelli abisi ile apartman dairesinde yaşamaktadır. Üniversite mezunu olan Diana’nın kızları bir İtalyan şirketi için çalışmaktadır, eşi ise inşaat işi ile uğraşmaktadır. Beş kişilik ailenin aylık geliri 1000$’dır. 35

Zyra 77 yaşında ve kadınlarımızın en büyüğüdür. Çok sessiz ve mutlu bir hayatı olduğunu belirten Zyra, oğlu, gelini, üç erkek torunu, torunun eşi ve çocuğuyla Durrës’ta müstakil evde yaşamaktadır. Zyra büyük yaşta dört yıllık eğitimini bitirdikten sonra ailesinin tek çocuğu olduğu için içgüveysi gelen polis eşi ile evlenmiş. Kendisi bir kraliyet ailesinde aşçılık yapmıştır. Zyra’nın bir oğlu ve altı kızı vardır. Zyra’nın tek hüzünü çok sevdiği eşini erken yaşta kaybetmesidir. Sekiz kişilik ailenin aylık geliri 700$’dır. Elif annesini küçükken kaybetmiş, babası ve erkek kardeşi ile dublex apartman dairesinde yaşayan 15 yaşında genç bir kadındır. Gülcan (61)’ın torunudur. Annesi hemşire, babası diş teknisyeni olan Elif Ankara’da doğmuş ve liseye gidiyor. Hala ve teyzeleri sayesinde annesinin eksikliğini hissetmediğini ve ailenin aylık gelirin ne kadar olduğunu bilmediğini belirtmektedir. Elif’in en büyük isteği, erkek olmaktır. Ayşe üniversite öğrencisi 21 yaşında bir kadındır. Ankara’da doğmuş ancak ailesi Mersin’e iki katlı müstakil bir eve taşınmış, Ayşe ise yurtta kalmaktadır. Annesinin ve babasının büyük yaşları hatta abisi (46) ve ablasıyla (39) olan yaş farkının altını çizer Ayşe. Annesi ev hanımı, babası ise emekli berber olan ailenin geliri 1400 tl iken, Ayşe’ye ayrılan aylık bütçe 500 tl’dir. Ebru 25 yaşında, yedi yaşında bir kızı ve iki yaşında bir oğlu olan genç bir annedir. Bir abisi, ablası ve bir erkek kardeşi olan Ebru, Yozgat’ın bir köyünde doğmuş, kaçarak evlendikten ve birlikte yaşadığı eşinin ailesiyle geçinemeyeceğini anladıktan sonra Ankara’ya taşınmış. Eşi gibi kendisi de lise mezunu. Eşi apartman görevlisi olduğundan, sorumlu olduğu apartmanın küçük bir dairesinde yaşamaktadır. Ebru’nun

36

en büyük pişmanlığı küçük yaşta evlenmesidir. Dört kişinin yaşadığı ailenin aylık geliri 2000 tl’dir. Ebru eşi kızabileceği için sesinin kaydına karşı çıkmıştır. Damla 27 yaşında, üniversite mezunu, Ankara’da doğmuş, apartman dairesinde iki kuzeniyle yaşamaktadır. İki çocuğun en büyüğüdür; kendisinden küçük bir erkek kardeşi vardır. Anne-babası lise mezunu, memur olarak çalışmaktadırlar. Damla uzun zamandır farklı yerlerde çalışarak hayatını kazandığını ve ailesinin gelirini bilmediğini belirtir, ancak kendisinin geliri 1200 tl’dir. Damla görüşmenin kayda alınmasını reddetmiştir. Esra Ankara’lı 35 yaşında, lise mezunu bir kadındır. Annesinin vefatından sonra, babasından ayrı, erkek kardeşi ve kuzeni (Damla (27)) ile apartman dairesinde yaşamaktadır. Kendisi çalışmıyor ancak kardeşinin sağladığı gelir 1000 tl olan Esra, diğer Türk kadınlara benzemediğinin altını çizmektedir. Berna 42 yaşında, bekar ve uzman doktordur. Ankara’da doğmuş, tek çocuk ve ailesinden ayrı iki köpeğiyle birlikte apartman dairesinde yaşamaktadır. Annesi (Gülseren (70)) emekli öğretmen, babası ise emekli banka müdür yardımcısı olan Berna’nın aylık geliri 4000 tl’dir. Çok zeki olduğunu ve yaşamak istediği özgürlüğü Türkiye’de bulamayacağının altını çizmektedir. Deniz 46 yaşında, severek evlendiği kocasından alkolik olduğu için 13 yıl önce boşanmış, şimdi 18 yaşındaki oğluyla apartman dairesinde yaşamaktadır. Ordu’da doğmuş, hemşire olduğu için işi gereği birçok şehirde yaşamış ve 18 senedir Ankara’da yaşamaktadır. Annesi ev hanımı, babası at arabacısı, bir ablası, bir abisi ve bir kız kardeşi vardır. Aylık geliri 2000 tl’dir.

37

Hatice 51 yaşında, yedi kardeşin, (4 öz, 3 üvey babasından) babasından üç abi, ve öz ablasından sonra beşincidir. Tokat’ın bir köyünde doğmuş, hemşire olduğu için birçok şehirde yaşamış ve 25 yıldır Arnkara’da apartman dairesinde eşi ve iki oğluyla yaşamaktadır. Annesi ve babası hiç okula gitmemiş; okuma yazmaları yoktur. Ailenin aylık geliri 5000 tl’dir. Hatice’nin en büyük hüzünü ömrü boyunca annesinin (Esma (75)) tarafından küçümsenmesidir. Gülcan Kahramanmaraş’ın bir köyünde doğmuş, iki erkek üç kız (biri vefat etmiş) annesidir. 61 yaşındaki Gülcan torunu Elif (15)’in yanına geçici bir süre için gelmiş. İlkokul mezunudur ve dokuz kardeşin en büyüğüdür (altı kız, üç erkek). Annesi ev hanımı ve babası karayollarından emeklidir. Müstakil evde eşiyle yaşayan Gülcan, eşinin 700 liralık emeklilik parasıyla geçinmektedir. Hayatında ki en büyük acısı kızını kaybetmesidir. Banu 65 yaşında, Ankara’lı, bir apartman dairesinde eşiyle yaşayan bir kadındır. 13 yaşında kaçırılarak evlenmiş. Babasının evindeyken sadece bir sene okula giden Banu, evlendikten sonra ortaokul diploması almıştır. Annesi gibi kendisi de ev hanımı, eşinin emeklilik parasıyla geçimini sağlamaktadır. Annesi ve babasının ayrılıp, her birinin tekrar evlenmesinden dolayı kaç kardeş olduğunu net bilmemektedir ancak en az beşi kız ikisi erkek olmak üzere, abisinden sonra ikinci kardeş olduğunu şüpheyle belirtmektedir. Üç kızı olan Banu’nun en büyük acısı üvey babanın şiddetinden kaçıp, eşinin ailesinden şiddet görmesidir. Gülseren Berna’nın annesidir. 70 yaşında, Bitlis’te doğmuş, sonradan Ankara’ya taşınmış. Kendisi yüksek okul mezunu, annesi ev hanımı, babası ise maliyeci olduğu için ailesiyle birçok şehirde yaşamış. Beşi kız ikisi erkek olmak üzere yedi kardeşten altıncı, 38

kızların en küçüğü olduğunu belirten Gülseren’in bir kızı var ancak apartman dairesinde sadece eşi ile yaşamaktadır. Eşinin ve kendisinin emeklilik maaşıyla geçimini sağlayan Gülseren, maaşın ne kadar olduğuyla ilgili net bir bilgi verememektedir, ancak Berna aylık gelirleri 8000 tl olduğu yönünde bilgi vermektedir. Gülseren’in en büyük hüzünü, tek çocuğu olan kızının ondan ayrı yaşamasıdır. Esma 75 yaşında, Tokat’ın bir köyünde doğmuş ve orada tek başına müstakil evde yaşamaktadır. İki kız iki erkek annesi, kışları kızının (Hatice (51)) yanında geçiren Esma, üvey annesinin çocuğuna bakmakla yükümlü olduğu için hiç okula gitmediğini belirtmektedir. Kardeşlik durumu Banu (65)’nunki gibidir; 7-8 kardeş annesinden ve 7-8 kardeş üvey annesinden (anneliğinden) olabileceğini belirtmektedir, ancak annesinden en küçük çocuk ve birkaç ablasının olduğundan emindir. 19’undayken üç çocuklu eşine kaçarak evlenmiş, ancak eşi genç yaşta vefat etmiştir. Yirmidört kadın, yirmidört farklı hayat hikayesi... Baştaki kaygılarına rağmen, bu hikayeler onların kalbinden cesurca itiraf edilen gerçek hayatları, yaşadıklarıdır.

2.3. GELENEK VE DENEYİMLERE DAYALI BİLGİNİN KADINLARARASI AKTARIMI VE UYARLANMASI

Kadınlararası bilgi aktarımının membaı, öncelikle ailedir. Bu kaynaktan çoğunlukla geleneksel ve deneyime dayalı bilgi akar. Hemen ardından arkadaşlık, komşuluk v.b. ilişkilerden edinilen bilgi gelir (Akşit ve Cantek, 2011, s. 548). Kadınlar birbirleriyle bilgi alış-verişinde bulunurlar, ancak bu bölümde de anlatılacağı gibi aktarılan ve uyarlanan bilgi her bir kadının deneyimiyle örtüşmeyebilir. Yani anne, 39

teyze,

abla,

arkadaş,

komşu

vs

geleneklere

ve

deneyimlerine

dayalı

olan

bilgilerini/inanışlarını kızına, kardeşine, başka bir kadına vs aktarır, uyarlar/adapte eder. Ancak annesinin/ablasının deneyimlerine dayalı uyarlanmış kız/kardeş (kadın), onun tersine bambaşka bir deneyim yaşayabilmektedir. Bundan ötürü kişi hayal kırıklığına uğrayıp, aktarılan ve uyarlanan bilgiye şüpheci yaklaşabilir hatta bilgi alış - verişine açık olmayabilir. Marsela (31)’nın hikayesi gibi; annesi doğumun çok kolay olduğunu söylemişti, oysa Marsela 48 saat boyunca ölürcesine sancı çekmişti. Annesine bunu beklemediğini, keşke bu acıyı çekeceğini bilerek hazırlıklı olsaması daha iyi olacağını söyleyerek suçlamıştı ve ikinci hamileliğini annesinin “akıl vermelere” maruz kalmamak için epeyce saklamıştı. Oysa Marsela’nın annesi dört doğum yapmış ve hepsi ağrısız geçmiş.

Neticede

zor

olmuş

olsa

bile,

kızının

gözünü

korkutmamak

için

söylemeyecekmiş. Benzer şekilde Era’ya da olmuş. Annesi her kadın gibi onun da adet göreceğini ve hayatını normal sürdürebileceğini belirtmiş, ancak Era adet günlerinde ağrısı nedeniyle okula bile gidemediğini belirtir. Hatta bu deneyimi her ifadesinde kullanır; annesi herhangi birşey için “hadi kızım, bunda birşey yok, çok basit” dediğinde Era “adet gibi mi?” cevabını verirmiş. Ebru’nun ablası ise ona evliliğin paylaşım olduğunu ve kaynanası kızı gibi seveceğini belirtmişti, zira Ebru’nun ablası kaynanasının ona oje sürdüğünü, saç boyadığını ve eşiyle bütün fikirleri ve sırları paylaştını söylemiş. Ebru evlendiğinde kaynanasının saçını boyamaya kalkıştığında kaynanası “kuaför değil, gelin diye aldık seni” diyerek terslemiş ve eşine eski bir erkek arkadaşını anlatığında dayak yemiş. Hayal kırıklığına uğrayan Ebru, “meğersem kaynanamın kölesi ve kocamın seks objesiymişim, başka bir paylaşım yok” demişti. Marsela,

Era

ve

Ebru’nun

örneklerinde

deneyim

aktarımın

hayatlarını 40

kolaylaştırmadığını, ancak onlara cesaret ve güç verebileceği görülmektedir. Marsela doğum deneyimini, Era adet ve Ebru evlilik deneyimini yaşamadan, anne veya ablaları onları bu deneyime hazırlamaktadır, heyecana ve endişeye kapılmaları bir derece önlenmektedir. Aktarılan ve uyarlanan/adapte edilen bilgi her zaman iyi ve kadının yaşadığı deneyim onun tersine her zaman kötü olmayabilir. Bazen anneler kızlarını en kötüsüne hazırlayıp, onlar en iyisini yaşayabilir veya anneler kötü bir deneyimin sonucundaki bilgiyi kızına da uyarlayarak onun da kötü bir deneyim yaşamasını bekleyebilir. Örneğin; Mimoza’nın annesi kötü bir evlilik hayatı geçirmiş, eşi söz hakkı tanımamış ve hiçbir isteğini yerine getirmemiş olduğundan kızını da bu nedenle evlendirmek istememiş. Mimoza evlendiğinde annesinden konuşmaması, evden çıkmaması, açık şeyler giymemesi yönünde çok uyarı almış ancak Mimoza eşinin desteğiyle baba evinde yapamadığı şeyleri koca evinde rahatlıkla gerçekleştirmiştir; bu yaşında bile sırtı açık, göğüs dekolteli, transparan elbiseler giyer, Avrupa’nın birçok yerlerinde dans yarışmalarına katılır. Burada “baba evi” denmesine rağmen, bazen “baba evi” kavramı sadece babanın sözü geçerli olmadığını, bu kavramın annen otoritesi ile de oluşabilmektedir. Zira görüldüğü üzere, Mimoza’nın hayatına babasından çok annesi müdahale etmektedir. Ayşe (21)’nin de buna benzer bir hikayesi vardır: Arkadaşları erkeklere güvenmemesi gerektiğini, uyurken her ihtimale karşı zıbın (alttan çıtçıtlı atlet) ve tayt giymesini önermişler. Başta erkek arkadaşına korku ve endişeyle yaklaşan Ayşe, üç yıllık erkek arkadaşının kendisini cinsel yönden rahatsız etmeye teşebbüs etmemiş. Ancak Ayşe her erkeğin cinsellik konusunda anlayış gösteremeyebileceğinin farkında. Bu durumda deneyimler koşullara ve insanlara bağlı farklılık gösterebilmektedir. 41

Kadınların erkeklere “korkarak” yaklaşmaları gerektiğini gösteren bunun gibi örneklerde, kadınlar arası bilgi ve deneyim aktarımının, özgürleştirmek, güçlendirmek ve hayatı kolaylaştırmak yerine hakim cinsiyet rollerini/normlarını, cinsel kültürü güçlendirmeye, yeniden üretmeye hizmet ettiğini görmemek olanaksızdır. Deneyimlere ve inanışlara bağlı aktarılan ve uyarlanan bilgi bazen (bilginin aktarıldığı kişinin) hayatını etkileyebilir. Hatice’ye annesi kadının beceriksiz, işe yaramaz, değersiz bir eşya olduğunu her fırsatta ifadeleriyle, davranışlarıyla, mimikleriyle belli etmiş. Hatice 51 yaşında olmasına rağmen annesinin intibak ettirdiği düşüncelerden kurtulamamış; “ben kendimi değersiz hissediyorum, aynaya baktığımda çirkin olduğumu anlıyorum, hiçbir işi başaramıyorum, insanların beni sevmediklerini ve sevebilmeleri için kendimden çalıp onlara veriyorum, yanlış birşey yaptığımda annemin haklı olduğunu ve beceriksizliğime veriyorum” ve bunlar gibi kendisine aşağılayıcı ifadelerde bulunmaktadır. Hatice 51 yıl boyunca böyle yaşamış ve kendisini değiştirmeye kalkıştığında başarabileceği yönünde özgüveni yok. Nihayetinde ona göre (daha doğrusu annesine göre) kadın hiçbir şeyi başaramaz. Deniz (46) ise severek evlendiği kocasından çevresindekilerin deneyimlerine dayanarak boşanmıştı. Arkadaşı ona “alkol içen kocadan hayır gelmez, ben boşadım ve rahata kavuştum” eşinin akrabası ise “yavrum kurtar kendini, alkolik olan birinin çözümü yok, öbür türlü ömrün boyunca çekersin” demenin üzerinde Deniz eşinden boşanır ve pişman olmasına rağmen arkadaşlarının etkisi ve onların deneyimlerine güvenerek hayatını şekillendirmektedir. Redjana’nın annesi ise kadınların yaşı ilerledikçe beklentileri çoğaldığını, dolayısıyla eş seçiminde daha seçici, daha zor karar verdikleri için, kendisine üniversite üçüncü sınıfta erkek arkadaş edinmesini söylemiş. Annesinin bilgileri ve deneyimlerine dayanarak 42

Redjana 21 yaşındayken hayatın erkeğini seçti ancak bugün aceleci davrandığı, erken yaşta kendisini yıprattığını dile getirmektedir. Yukarıdaki anlatılarla aktarıldığı gibi, deneyimlere dayalı kazanılan bilginin kadınlararası aktarılması hatta diğer kadınları kendi deneyimine göre adaptasyonun sağlanması kaçınılmaz. Durumlar, mekanlar, iletişimde bulunduğumuz kişiler vs. farklı olsa dahi insanlar kendi deneyimlerine dayanarak başkalarıyla bilgi alış – verişinde bulunurlar, zaman zaman deneyimlerine dayalı olan bilgilerini karşındakine uyarlarlar ve bunun üzerinde bilginin aktarıldıği kişinin beklentileri, atılacak adımları etkilenmekte ve hatta hayatı etkilenmektedir.

2.4. KURUMSAL BİLGİNİN GELENEKSEL BİLGİYLE ALIŞVERİŞİ

İnsanlar arası bilgi aktarımı küçüklükten başlar. Öncellikle anneler çocuklarına deneyimleri veya geleneklerine dayalı bilgiler aktarır. Annelerden sonra akrabalar, komşular, arkadaşlar devreye girmektedir. İnsan büyüdükçe aileden, toplumdan alınan geleneksel bilgilere kitaplar, medya, okul, tıbbi kurumlar gibi kurumlardan kazanılan/elde edilen kurumsal bilgiler eklenmektedir. Farklı kanallardan alınan bilgileri barındıran kişi, herkes gibi bu bilgileri başkalarıyla paylaşmaktadır. İki farklı bilgi söz konusu olunca aralarındaki alışveriş kaçınılmazdır; kurumsal bilgi geleneksel bilginin içine sızarak veya geleneksel bilgi kurumsal bilginin içine sızarak birbirlerini etkilemektedir/birbirlerinden etkilenebilmektedir. Kadınlar televizyonda gördükleri yeni bir

yemeği

yapabilirler,

hamileler

annelik

sitelerinden

aldıkları

bir

bilgiyi

uygulayabilirler, çocuklar okuldan aldıkları bir bilgiyi eve taşıyabilirler. Fakat bunun 43

tersi de olabilir; bazı yeni anneler/kadınlar bir internet sitesinde geleneksel bilgiyi paylaşabilirler. Geleneksel ve deneyimlere dayalı bilginin insanlararası sözlü kültür ile, kurumsal bilginin ise çeşitli kurumlar tarafından yazılı kültür ile aktarılması beklenirken, bazen tam tersi de olabilmektedir; geleneksel bilgi farklı kurumlarda da paylaşıldığı görülmektedir. Örenğin; Esra Erol programında bebek gazını gidermek için geleneksel bir bilgi/formül paylaşmıştı, sonradan bu bilgi birçok internet sitelerinde yer aldı. Bunu öğrenen anneler, duymazdan gelip bildiklerini yapabilir, önce uyguladığı yöntemle birlikte kullanabilir veya önce kullandığı yöntemden vazgeçip sadece bunu uygulayabilir. Birçok kadının bu yönde hikayeleri vardır: Redjana annesinin saçı döküldüğü için eczaneye gidip eczacıdan iyi bir şampuan önermesini istemiş. Eczacı “elimde öyle bir şampuan yok ancak bizim kadınlar saçın döküldüğü bölgeye ikiye bölünmüş sarımsağı sürerler” demiş. Başka bir eczaneye soran Redjana, sarımsak özlü bir şampuan almış ve annesine hem şampuanı hem sarımsağı sürmesini söylemiş. Burada geleneksel bilginin tıbbi bir kurumda aktarıldığı ve alıcının kurumsal bilgiyi geleneksel bilgiyle (hem şampuanı hem sarımsağı) birlikte kullandığı, birbirlerini tamamladıkları anlaşılmaktadır. Ergenlikteki değişimleri hem aileden hem okul, internet, kitaplardan öğrenen bütün kadınlar, bu iki bilginin birbirlerini tamamladıklarını belirtmektedirler; Damla, Esra, Redjana, Era ve Anila okulda öğrendikleri şeylerin tıbbi kavramlarla anlatıldığı için anlaşılmaz ancak annelerin yaptığı günlerde, ablaların veya başka kadınların anlattıkları basit ve anlaşılır bir dilde anlatıldığı için, bu iki bilgi birbirlerinden ayrı olduğunda, anlamsız olduklarını söylemişlerdi. Elif, Blerta, Marsela ve Ayşe ise cinsellik içeren konulara okullarda detaylı

değinilmediğini,

ancak

büyüklerden

öğrendikleri

bilgiyi 44

pekiştirerek/karşılaştırarak, birbirlerini tamamladıklarını belirtmektedirler. Berna ise kurumsal bilgilerin çok tıbbi detay içerdiğini, annesinden dolaylı olsa bile aldığı bilgilerin tıbbi açıklamalarını anlaşılır kılmakta etkili olduğunu belirtmektedir. Adet, memelerin çıkması gibi ergenlikte olan fiziksel değişimleri ailenin yanı sıra, okullarda öğrenen kadınların tümünün ortak bir düşüncesi vardır; aileler ergenlik süreci hakkında bilgilendirirse, bu değişimler olduktan sonra derslerdeki açıklamalar hem ailenin anlatıları hem deneyimler olunca anlaşılır olur, ancak aileden bilgi alınmadığı sürece, okuldaki bilgilendirmeler geç verilmesinin yanısıra, anlaşılır olmayabilir. Bu bağlamda, geleneksel bilgi kurumsal bilgiyle, kurumsal bilgi geleneksel bilgiyle birleştiğinde ortaya daha sağlam, anlaşılır bir bilgi çıkmaktadır. Marsela’nın babası ne zaman bel fıtığı olsa Marsela’nın annesi, anneannesinden öğrendiği bir tür masaj uygular. Ona göre, anneannesinin zamanında sırf bu masajı yapması için farklı şehirlerden insanlar gelip günlerce sırada beklerlermiş. Marsela bu yötemin riskli olduğunu dolayısıyla fizyoterapi dersinde öğrendiği yeni egzersizleri önermişti annesine ancak o “eski köye yeni adet mi getirilirmiş, biz sizi okutuyoruz siz bize akıl vermeye kalkışıyorsunuz” diye cevap vermiş. Benzer bir deneyimi Hatice de yaşamış; hemşirelik okulundayken yüksek ateşe karşı serinliğin iyi geldiğini öğretmişlerdi. Hocası “ateş 38 üzerine çıktığında ayaklara, boyun bölgesine, alna soğuk kompres uygulanır, hastanın üstü açılır, 15 dakikada inmezse soğuk banyo yaptırılır” demişti. Bunları evde yeğenlerine uygulamak isteyen Hatice, annesinden sert bir tepki almış. Annesi yine ona birşey bilmediğini, okumasına rağmen cahil olduğunu ifade ederek çocukların ateşi çıktığında mümkün olduğunca üstlerini örtmeye devam etmiş. Kurumsal bilgi ve geleneksel bilginin ateş düşürmek için kullandıkları yöntemlerin 45

aralarındaki zıtlık çok büyük; biri mümkün olduğunca soğuk uygularken, diğeri sıcağa yönelmektedir. Yukarıdaki örneklerde, kurumsal bilginin eve taşındığı ancak geleneksel bilgiyi dönüştürmediği görülmektedir. Geleneksel bilginin dönüşmemesinin yanısıra, kurumsal bilgi bu örneklerde korkutucu veya yoldan çıkarıcı olarak görülmektedir; sonraki kuşağın öncekini aşağılamasına, onun kurallarının dışına çıkmasına, onun bilgi aracılığıyla sahip olduğu iktidarı sarsmasına vesile olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle okul bilgisinden korkulmakta, hatta zaman zaman ona karşı öfke duyulmaktadır. Bu düşünceyi sağlamlaştıracak bir örnek de bana olmuştu; liseyi bir dini tarikatın kolejinde okurken, ilk defa dini bilgilerine sahip olmuştum ve bunları babamla paylaştığımda, ona “akıl vermeye” çalışıyormuşum gibi algılanmıştı tarafından, ve ilk başlarda oldukça sert tepkiler almıştım. Elbetteki zamanla benim de, babamın da düşünceleri değişti ancak ilk başta bu bilgilere yanaşmamıştı babam. Öte yandan, Türkiye kültürüne hakim olan antientelektüalist; okuma-yazma faaliyetinde bulunana, düşünene, eleştirene karşı duyulan bir öfke, bir tavır vardır. Bu Arnavutluk’ta daha da ileri derecede görülmüştür; özellikle Enver Hoxha zamanında işkence edilen veya öldürülenlerin arasında entellektüeller de yer alırdı. Bu gelenekler, yaş, cinsiyet ve saygınlık hiyerarşisini sarsan bir şey olarak da görülmektedir. Geleneksel bilginin kurumsal bilgi tarafından tamamen dönüştüğünü görmek de mümkündür: Yukarıda Hatice’nin ateş düşürme yöntemleri anlatılmıştı; Hatice annesinin

evindeyken

hemşirelik

okulunda

öğrendiği/aldığı

kurumsal

bilgiyi

uygulamıyor olabilir, ancak kendi evinde (eşiyle yaşadığı ev) çocukları ve ateşlenen kişilere hep soğuk kompres uygulamaktadır. Hatice’nin başka bir örneği ise bebekleri kundaklamayla ilgilidir; bebeklerin daha rahat uyudukları için kundaklandığını 46

gören/duyan Hatice’ye, bir ortopedi doktoru kundaklamanın kalça çıkıklığına neden olacağını belirtmiş ve dolayısıyla Hatice oğullarını hiç kundaklamamış. Deniz de Hatice gibi hemşirelik okulundan mezun biri olarak, oğlu ateşlendiği zaman sıcak yerine soğuk uyguladığını belirtmektedir. Deniz hamileliği engellemek için kurumsal ve geleneksel yöntemlerin farklılıklarının altını çizer. “Ablam koitustan (cinsel ilişki) hemen sonra vajinal bölgemi parmakla iyice yıkamam gerektiğini söylemişti ancak çalıştığım serviste doktorlardan birine sorduğumda bana suyun spermatozoidleri daha ileriye iterek döllenmeyi gerçekleştirebileceğini ve de nemin mantara neden olabileceğini söyledi, ben de bugüne kadar nasıl yanlış yaptığımı düşündüm”. Elbette ki örnekler sadece tıbbi kurumlardan alınan bilgi ile sınırlı değildir; Blerta (40)’nın annesi haşlanmış/kızarmış bütün yemekleri zeytin yağında yapmasını öğretmiş ancak televizyondan zeytin yağının ısındığı/kızartıldığı zaman sağlığa çok zararlı olacağını duyan Blerta, zeytin yağını ya sadece yemeklerin üstüne serpmiş ya da ayçiçek yağı kullanmış. Kadınların tümü her iki bilgiyi elde etmiş değildir, zira bazıları televizyon, hastane, okul, kitap gibi kurumsal bilginin kazanılacağı araçlarla/yerlere iletişim halinde olmamışlardır; Esma (75) okuma yazması olmadığı için hiç kitap okumadığını, gençliğinde köyde hastanenin olmadığını, televizyonun olduğunu ancak işleri dolayısıyla hiç izlemediğini belirtmişti. Hatice hamile olduğunda üç gün boyunca suların durulmadığını ve hastane uzak olduğu için götürülmediğini, ancak komşusunun ayakları yukarıya koyarak yatmasını önerdiğini hatırlamaktadır. Bunu uygulayan Esma, ertesi gün aynısı olduğunu ve bunun doğuma kadar devam ettiğini, “Hastane postane yoktu,

47

herkes nasıl doğurduysa ben de öyle” diyerek anlatmıştı. Çocukların cinsiyeti ile ilgili ise “sağa yatarsa oğlan, sola yatarsa kız” olduğuna inanırlarmış. Bazı konularda ise, kurumsal bilginin varlığı, geleneksel bilgiyi gereksiz kılmaktadır.

Örneğin,

Berna

babasının

cinsel

yolla

bulaşan

hastalıkları

konuşmaya/öğretmeye çalıştığını ancak Berna “lisedeyken babamla cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve gebelikten korunmaya yonelik dolaylı bir sohbetimiz olmuştu, o dönemde gerekli

bilgilere

sahip

olduğuma

inandığımdan

babamla

yapılan

sohbeti

detaylandırmadım” demektedir. Berna’nın babasından ve Deniz’in abisinden kadın ve kadınlık üzerinde aldığı bilgilerin oluşu, bazı durumlarda erkeklerin de kadınlık bilgisinin

aktarımında

aracı

olabileceklerini

göstermektedir.

Berna’nın

annesi

babasından daha otoriter ve tutucu olduğu için bazı bilgileri baba vermektedir, Deniz ise, annesinin sözü geçerli olmayan, babası ve abisinin ailede daha dominant oluşu kadınlık bilgilerin erkekten kadına aktarılmasını beraberinde getirmektedir. Berna’nın örneğine dönmek gerekirse; Berna İnglizce’ye hakim olan biri ve bu tür bilgileri Amerikan Kültür Kütüphanesi’nden aldığı kitaplardan ve dergilerden öğrenmiş. Ancak Türk okullarında gebelikten ve cinsel yollarla bulaşan hastalıkların müfredatta yer almadığını, internetin olmadığını ve televizyonlarda bu bilgilerin yer almadığını belirtmektedir. Berna “Bu tür bilgileri orta birde öğrenmeye ihtiyac vardı. Yasa yeni konmuştu ancak prezervatif anlatılmadı. Lise ikide aids çıktı (87). Murti adında bir adam Türkiye’nin ilk aids’li hastaydı”. Berna’nın verdiği bilgiler doğrultusunda, İngilizce’si olmayan, okula gitmeyen ve ailesinden bu bilgileri alamayan kişilerin/kadınların bu konulardan yoksun kalacağını, deneme-yanılma yöntemleriyle öğreneceklerini anlamaktayız. Nitekim Zyra, Diana, Banu, Gülcan, Hatice, Gülseren ve Esma cinsellik veya biyolojik cinsiyet ile 48

ilgili birçok bilgiyi deneyimlerinden öğrendiklerini anılarla anlatmaktadırlar. Gülcan, ilk adet gördüğünde dedesinin ceketini kestiğini ve ondan bez yaptığını, Esma evlendiğinde henüz adet görmediği için üç yıldır hamile kalamadığını ve adet görmeden hamile kalınmayacağını bilmediği için endişelendiğini, adet gördükten sonra üst üste hamile kaldığından bunu öğrendiğini, Zyra hamilelikten nasıl korunacağını bilmediği için birçok çocuk doğurduğunu, Diana ve Hatice memelerin ilk çıktığında ağrı olduğu için çok endişelendiklerini, Gülseren ilk adet olduğunda intihar etmek istediğini ancak bir sonraki oluşunda bunun hep olacağını anladığını belirterek, kurumsal ve geleneksel bilginin olmadığı durumlarda deneyimlerin işlediğini görmekteyiz. Ancak Anila, Elif, Marsela, geleneksel ve kuramsal bilginin varlığına rağmen, genelleme yapıldığı için daha çok deneyimlere güvendiklerini belirtmektedirler. Kadınların anlattıklarından da anlaşılacağı üzere, geleneksel bilgi ve kurumsal bilginin alışveriş biçimleri aşağıdaki gibidir: -

Kurumsal

bilginin

yer

aldığı

kurumlarda,

geleneksel

bilgi

de

yayılabilmektedir. (Hatırlayınız: Redjana’nın eczanedeki anısını, Esra Erol’un bebek gazı giderici formülü vd.). -

Kurumsal

bilgiden

yoksun

kalan

kadınlar,

geleneksel

bilgiyi

kullanmaktadırlar. (Hatırlayınız: Esma’nın hamilelikteki sorunu vd.). -

Kurumsal

bilgi,

geleneksel

bilgiyle

kullanıldığında

birbirlerini

pekiştirmektedirler. (Hatırlayınız: Berna’nın ergenlikteki değişimleri hem aileden hem kitap vs. den öğrenmesi vd.).

49

-

Kurumsal bilgi (özellikle eski kuşaklarda) yayıldığında, geleneksel bilgiyi

dönüştürememektedir (Hatırlayınız: Hatice’nin ateş düşürme yöntemi ve annesinin karşı çıkması, Marsela’nın fıtık masajı, vd.). -

Kurumsal bilgi (özellikle tıbbi kurumlar gibi güvenilen kaynaklardan

alındığında) ikinci ve üçüncü kuşaklarda geleneksel bilgiyi dönüştürmektedir. (Hatırlayınız: Deniz’in gebelikten korunma yöntemi, vd.). -

Kurumsal bilginin ve geleneksel bilginin (ikisinin birden) olmadığı

durumlar/konularda,

deneme-yanılma

yöntemi,

yani

deneyimlerden

öğrenilmektedir. (Hatırlayınız: Gülcan’ın adet kanını durdurması için kullandığı yöntem, vd.). -

Bazı durumlarda hem geleneksel bilginin hem kurumsal bilginin

alınmasına rağmen, kadınlar deneyimlerine güvenmektedirler. (Hatırlayınız: Anila (29) vd. ergenlik değişimlerinde deneyimlere güvenmesi).

3. BÖLÜM: İKİ FARKLI KÜLTÜRDE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI

3.1.ARNAVUT KADININ GELENEK VE ADETLERİ: Arnavut kadınını ve geleneklerini incelemek için özü, tarihi İlir toplumuna dayandığı için oradan başlamak ve bugüne değin yönetiminde yaşadığı bütün hükümranlıkları göz önünde bulundurmak gerekir ancak bizim temel amacımız, tarihi

50

incelemek değil, belirtilen kuşakların geleneklerini incelemektir. Öncellikle “gelenek” teriminin Arnavutça’daki anlamı açıklığa kavuşturulacaktır: Arnavutça dilindeki gelenek (traditë) şöyle açıklanır: “Bir halkın yaşamında olan, saklanan, miras bırakılan ve değerli bir hazine gibi nesilden nesile aktarılıp uygulanan ruhsal zenginlik, bakış açısı, adetler, erdemler vb.” (Buda, 1972, s. 2010). Yukarıda babamın anlattıkları aktarılmıştı; Arnavutluk’ta tek bir etnik ve dini kimlik olmamasına rağmen, Bektaşi, Sunni, Hristiyan vs olmasına rağmen, din Enver Hoxha’dan beri etkili ve yönlendirici bir unsure sayılmamaktadır. Aşağıda örneklerle değinileceği gibi, gelenekle ilk tanışma doğum, bebeklik, bebek bakımı gibi konularda başlamaktadır. Gelenekler sözlü kültür araçılığıyla nesilden nesile/sonraki kuşaklara aktarıldığından ötürü değişebililir, tekrar canlanabilir veya ortadan kaldırılabilir. Gelenekler birer söylentidir, kitapta belirtilen birer yasa değildir, yasa olurcasına uygulansa bile. Her ülkenin gelenekleri farklı oldukları gibi, ülke ne kadar küçük olursa olsun ülkenin bir bölgesinden diğerine gelenekler farklılık gösterebilir. Örneğin, Arnavutluk’un kuzeyinden (Tropoje) orta Arnavutluk’a (Durrës) gelin gelen Anila’nın annesi gelinin herkesten erken kalkması ve herkes uyuduktan sonra yatması, kayın validesinin, kayın pederinin ve eve gelen herkesin ayaklarını yıkaması gerektiğini söylerken, Zhaneta (57) annesinin gelin gittiği yerde “tavayı teslim almamasını 9 ” öğrettiğini söyledi. Kuzey Arnavutluk ve orta ve güney Arnavutluk 9

Bu, en başından veya kaynanası olduğu sürece yemek işine girmemesi yönünde

neredeyse bütün kızlara verilen bir öğüttür.

51

arasında kadına yönelik davranış, görev, hatta “kullanım” diyebileceğimiz yazılı olmayan ancak herkesin bildiği bariz farklılıklar var. “Kuzey kadını” dendiğinde akla çok güçlü, çalışkan hatta köle sıfatları gelir, zira bu bir deyimdir; “kuzey kadını at gibidir”. Kuzey kadınına söz hakkı verilmez, daima görücü usülü ile evlenir, çalışmanın dışında dışarıya çıkamaz, buradaki çalışma erkek gücü gerektiren tarla, hayvancılık, taşımacılık gibi işlerdir. “Ormandan odun taşımak, nehir veya kaynaktan su taşımak, burada yemek pişirmeyi, çamaşır yıkamayı ve ekmek hazırlamayı da eklemek gerekir. Yaşı izin verdiği kadar, belli mevsimlerde kadının tarlada da çalışması gerekir... aynı zamanda ilk baharda o ahırdan tarlaya gübreyi de taşımalı, kocasına mısırı ekmesi ve çapa yapması için de yardım etmelidir. Kadın çim ve yem ile yüklenirdi, aynı zamanda hayvanlara yedirirdi; dövmeli harman yapıldığında da bunu kadın yapardı; o buğdayı değirmene götürüp, unu eve getirirdi” (Hasluck, 1954, s. 37). Kuzey kadının görevleri, çoğu kadının hiç yapmadığı hatta anlamını bilmediklerindendir. Devamında anlatılanlar tüyler ürperticidir: “kadın 32 kiloya kadar taşıyabilecek, çalıştırılan bir hayvan yerindeydi” (Hasluck, 1954, s. 37). Kanun 10 bu konuda daha bir ayrımcı ve kaba tutumunu ortaya koyar: “kadın taşıyacak bir torbadır 11 .... Kadın deridir 12 . Kadına ölene dek taşıma görevinden 10

Ortaçağ’da Kuzey Arnavutluk’un töre ve adetlerini kapsayan

Lekë Dukagjini

Kanunu. Ele alan araştırmacılar/yazarlar “Yazılmamış Kanun” olarak belirtirler. Bu kanun yasaları 15. y.y’ da (ağızdan) sözlü olarak kodlanmış ancak kullanımı zamanlar önce yayılmış. 1990’ların başında komünist rejimin çöküşüyle yeniden canlanan Kanun, 20. y.y.’a kadar aynı formatta (sözlü) kullanılmış. Shtjefën Gjeçovi tarafından 1913

52

ayrılmaz” (Gjeçovi, 1989, s.44-77). Bu ve bunun gibi sayısızca örnekler dağlık Arnavutluk bölgelerinde kuşaklarca yaşanan/yaşatılan acı gerçeklerdir. Orta ve güney Arnavutluk’un kadınları ise toplumun odak noktasındadır, onların temel görevi eşinin kocasına saygı duymak, ama kendini ezdirmek değildir. Kaynananın sözüne karşı laf söylenmez, bunun yolu da annelerimizin deyimi ile “bir kullağını sağır bir gözünü kör et”mektir. Orta ve güney Arnavutluk’un kadınları halayın başında yer alırlar, aileyi (yuvayı) onlar kurarlar, evin hesaplarını onlar yaparlar. Redjana, “eve birşey alındığında dahil babam benim fikrimi de sorar”, Blerta, “kaynanamla yaşadığım için evin kurallarını ve hesaplarını o yapar, ondan sonra bana geçer”, “kocam gurbete gittiğinde bile aylık kazandıklarını bana gönderirdi”, Zyra, “kocam beni o kadar severdi ki benim için içgüveysi gelmeyi bile kabul etti ve ben konuştuğumda herkesi sustururdu” diyerek orta ve kuzey Arnavutluk’un kadınlarının ne kadar saygın olduklarını göstermektedir. Gelenekler bebek doğduğu anda uygulanmaya başlar; “kız bebeklerinin ilk yıkanmaları yumurta akı içeren suyun içinde olur, ileride kılları olmasın diye” dedi Zyra. “Kıllı olsa ne olacak?” sorusu yöneltildi kendisine; “kız dediğin alımlı olacak, erkekten farklı olacak”... Zyra, yaşı gereği kadınların en bilginidir; itiraflarıyla beni en çok aydınlatan kişiydi. Ona “bilge kadın” dememin nedeni, olgun ve herkese örnek yılında Kanunun bir kısmı yazıldı ve Gjeçovi’nin ölümünden sonra ilk defa 1933 yılında tamamı yazılmıştır. (Konitza, 1999, s. XXXIV) 11

Buradaki torba, hayvan derisinden yapılan ve genelde süt ürünlerini taşımak için

kullanılmaktadır. (Arnavutça : shakull) 12

Deri, dayanıklı anlamında kullanılmaktadır.

53

olmasının yanısıra, aslında burada gelenekler açısından bilgilerini değerlendirerek; yaşı gereği,

Arnavutluk’un

farklı

bölgelerin

geleneklerini

bilmesini,

geleneklerin

“konuşttuğu” zamanda yetişmiş olmasını değerlendirdim: Çok görmüş, çok duymuş, çok bilmiş bir kadındır. Konuşmayı zor kabul etse bile, içi adeta bir hazineydi. “Kız bebeklerini kundağa bağlarlardı, erkekleri değil, bacakları düzgün olsun diye derlerdi de öyle değil, kızlar zapt edilmeye erkekler de özgürlüğe alışkın olsunlar diye bağlarlar” dedi. “Kızlara ilk doğduklarında ve yeni gelinlerin ağzına bal sürerler, ballı dilli olsun diye”. “Zamanımızda sadece gelenekler konuşurdu, bunları tartışmaksızın herkes uygulardı,

insanlar

daha

iyisini

görememişlerdi

şimdikiler

gibi,

dolayısıyla

ellerindekilerle mutlu olmayı öğrenmişlerdi” diye devam eder Zyra. Zyra, “insanlar daha iyisini görememişlerdi” darken kurumsal ve bilimsel bilginin geleneksel bilgiden daha iyi olduğunu; insanların “daha iyi bir örnek” olacaklarına inanmaktadır. Diana, Redjana ve Mirela ilk adet gördüklerinde abla veya annelerin koşa koşa gelip üç parmak tuvalet kapısına sürmesini söylemiş; öyle yapınca adetin üç gün süreceğini söylerlermiş. Diana kendisinde işlemediğini bile bile, kızlarına da uygulatmış bu geleneği. Tahmin edilebileceği gibi onlarda da bir işe yaramamış... Bu bağlamda, geleneği sözel aktaran kişi bile geleneksel bilginin bir kısmının gerçek olmadığının farkında olmasına rağmen, geleneğin sözel aktarımı geleneğin yaşatılmasına hizmet etmektedir. En eski kuşağın geleneksel (her kadının giydiği, toplum tarafından normal karşılanan) kıyafetini Zyra, Diana, Mimoza ve Zhaneta şöyle belirttiler: düzgün, ütülü, dize kadar uzanan etek, askılı, sıfır veya kısa kollu, göğüs çatalının görünmeyeceği kadar açık/kapalı bluz, pantolon kısa veya uzun giyilmeyecek. Bu kıyafetin/geleneğin 30-55 kuşağında kısmen değiştiğini görürüz, zira Viola, Blerta, Elizabeta, Marsela 54

pantolonun giyilebileceğini, eteğin dizin üstünde çıkabileceğini hatta giydiğin bluzun göbeğini de gösterebileceğini söylediler. Viola orta Arnavutluk bölgesinde doğmuş kuzey Arnavutluk’a gelin gittiği için, bu iki bölgenin kadınlarını şöyle kıyaslar: “kuzey kadınların kıyafeti tek bir formattadır, hepsi çiçeksiz, renksiz, ayaklarına kadar uzanan etekler, uzun kollu bir kazak, düz model, mümkünse başında bir yazması da olsun. Orta Arnavutluk kadınları ise ne kadar güzel giyinirse kendine olan değerleri daha da yükselir. Elbette ki giyilen kıyafet olduğun yere de bağlıdır, bir partideysen abartı bir kıyafet giyersin ama aynı kıyafetle işe gidersen yargılanırsın. Kuzeyde güç işlerinden başka bir faaliyet olmadığı için de kıyafetler bir şablondur”. Çalışmak, çalıştırılmak konusundaki kıyaslamayı Viola şöyle anlatır: “Kuzeyde kadınlar eşleri için çalışırlar, orta ve güney Arnavutluk’un kadınları ise kendileri için, kocanın eline bakmamak için, özgür olmaları için çalışır, çalıştırılmaz. Bu bir seçimdir, ben annemden de böyle öğrendim, kızıma da böyle öğretiyorum, hayatını kendin kazan, ped parasını kocandan isteme, oku ve hayatta biri ol”. Buradaki “ped parası” deyimi Arnavutluk’ta sıkça kullanılmaktadır; bana ve ablalarıma da annem hep söylerdi. Ped aslında sadece kadına ait, kadının gereksinimlerine hizmet eden bir araçtır; bir erkek bunu anlayamaz, belkide bunu gereksiz bir masraf olarak görebilir, hatta bir anlaşmamazlık olduğunda “altındaki pedi bile ben aldım” diyerek kadını küçük düşürebilir; neticede kadın eşi veya eşin ailesi için çoğu zaman “el kızı” olarak görülmektedir. Dolayısıyla sadece kadının özel ve mahrem dünyasına ait olduğu için, erkekler burada dışarıda tutulur. Bu bağlamda kadın kendi özel dünyasına eşini dahil, kimseyi kabul etmemektedir, kendi özelin olması gerektiği inanılmaktadır. Zyra’nın deyiminde de olduğu gibi: “Eşine belden aşağısını göster, belden yukarısını gösterme” (deyime aşağıda değinilecektir.). Viola’nın 55

çalışmak/eğitim almak yöneliminde dediklerini bir çok kadın da onayladı, ancak yeni kuşağın giyinme tarzını/geleneklerine bakıldıktan sonra kadının eğitimine yönelik düşüncelere/bakış açılarına değinilecektir. Redjana ve Era’nın giyebilecekleri, diğer kuşaklara göre daha özgür bir tavrı yansıtıyor; Redjana sırtı açık, göğüs dekoltesi olan askılıyı, bir-bir buçuk karış olan eteği ve ya şortu giyebileceğini ve ona kimsenin tuhaf bakmayacağını söyler. Era da bunları giyebileceğini ancak giydiği zaman annesinin ve babasının arası açıldığını söyledi. Era bu çatışmayı iki nedene bağlar: birincisi annesinin orta Arnavutluk’lu ve babasının kuzey Arnavutluk’lu olduğu, ikincisi annesinin okumuş (üniversite mezunu) ve babasının eğitimsiz (lise) olduğu gerçeği. Anila ve Mirela kuzey Arnavutluk kökenli oldukları için, şu anda yaşadıkları şehre uyum sağlasalar bile, ailesinin yanında bir kuzey kadını gibi giyinirler. Anila’nın evli ve çocuklu olması ona giyinmekte sınır koymadığını söyler. Kuşaklar arasındaki kılık kıyafet farkın modernleşme sürecinin bir “ürünü” olduğu tahmin edilmektedir, zira Enver Hoxha’nın sıkı yönetimi altında iken (1946-1985) modernleşme, özgürlük, Avrupalılaşma gibi terimlerın varoluşu mümkün değildi. (Modernleşmenin kıyafet ve diğer geleneklerin üzerindeki etkisi “Modernleşmenin Etkisi” altbaşlığında ele alınacaktır.) Eğitimin/okutmanın bir gelenek veya adet olup olmadığı tartışılır ancak bazı gelenek ve adetlerin beraberinde okutulmayı/okutulmamayı getirdiği görülür. Gültekin geleneğin gücünün eğitime yansıdığını (1998, s. 17) belirtmektedir. Çoğu katılımcımız bunu böyle belirtmektedir; Zhaneta, “kadının okutulması, hayatta önemli biri olmasına her zaman önem verilmiştir, aile elinden geleni yapar, kız okumazsa ya da başarılı olmazsa onun seçimi”, Mimoza, “kızı yetiştirmek/eğitmek benim en önemli görevim, annem beni nasıl okuttuysa bende onu öyle okuttum”, Viola, “kocam okuyan kadına 56

alışmamış olabilir, ya da ben kendisinden üstün olduğum için hazmedemeyebilir ama kız çocuğu için anne sorumlu tutuluyorsa, benim kızım güney kadını olacak, ilerde başı dik bir yerlere gelmiş olacak”. Viola’nın eşi kuzey Arnavutluk’tan geldiği için, kuzey Arnavutluk’un kadınları genellikle kurumsal eğitim almamaktadırlar; iklim ve coğrafi şartları kadınların da tarlada çalışmalarını gerektirmektedir, dolayısıyla Viola “kocam okuyan kadına alışmamış” demektedir. Öte yandan, erkek çocuktan ziyade kız çocukların eğitimine önem verilmektedir, ancak okuyan kadının da eş seçiminde beklentileri yüksek olabilir, oğlunu okuyan bir kadınla evlendiren bir annenin tavrı da değişebilir. Şöyle ki, Viola’nın kaynanası oğluna (Viola’nın eşine) “o kız okumuş, pek bilmiş o, onunla baş edemezsin” dermiş. Ayrıca bir kadının okuması tam anlamıyla hayatını kurtarması demek değildir; zira okuyan kadından da geleneksel kadınlık roller beklenmektedir. Bununla da kalmayıp, eğer kadının kendisinden üstün olmasına hazmedemeyen bir eş olduğunda, kadını kendi mesleğinde hiç çalıştırmayadabilir Viola’nın örneğinde de olduğu gibi. Yukarıda (orta ve güney) Arnavut kadınların kendi hayatını kazanmaları için çalıştıkları söylenmişti, çalışmaları için meslek sahibi olmaları ve bunun olması için eğitilmeleri gerekir. Burada çalışma geleneğinin beraberinde okumayı da gelenek haline getirdiğini söyleyebiliriz. Arnavutluk’ta okutma söz konusu olduğunda cinsiyete göre ayrım yapılmaz, hatta kadınlara bu konuda daha fazla olanak tanındığını söyleyebiliriz; Viola “ erkekler her işte çalışabilirler, okuma yazması yoksa bile gidip inşaat işinde çalışır ama kadın öyle değil, ona masa başı, büro, ofis işi lazım... Oğlum okumazsa üzülürüm elbette ama kızım okumazsa daha da çok üzülürdüm” diyerek kadının eğitim görmedeki önemini ortaya koyar. Görüldüğü gibi, erkek – kadın ayırımı meslek seçiminde de ortaya çıkmaktadır: erkeklere fiziksel güç gerektiren işler 57

yakıştırılırke, kadına ise daha çok güvenli, rahat, konforlu masabaşı işler yüklenmektedir. Bu sadece Arnavutluk’ta değildir, zira Türkiye’de de kadınlar daha hemşirelik, öğretmenlik, psikolog, sekreter gibi işler yapmaktadırlar. Örneğin, ben Psikoloji Bölümü’nde okurken, 55 kişilik sınıfta sadece dört erkek öğrenci bulunuyordu. En genç neslimizin iki kadını kuzey Arnavutluk’lu olduğunu ve de kuzey Arnavutluk’ un kadınların yüzyıllardır nasıl çalıştırıldığını hatta kullanıldığını hatırlayalım: Kadın kocası için çalışırdı, ağır işler yapardı. Araştırmaya katılan, bu bölgede yaşayan iki kadın da günümüzde kadının okumasına önem verildiğini kanıtladılar: Anila, “biliyorsun benim buraya (bu şehre) gelme nedenim okumaktı, sonradan yumurtalığımı aldırdığım için okulu bırakıp bir an önce evlenmem gerekti”. Anila yumurtalığını aldırdığında nişanlıydı ve okulunu bitirdikten sonra evlenecekti. Ancak, yumurtalığını aldırmasıyla, okulunu bırakıp evlendi; çocuk doğurması gerektiği gerçeği, geleneksel kadınlık rolüne yenik düştüğü anlamına gelmektedir. Kadının “doğurma” rolü burada da karşımıza çıkmaktadır. Neticede okumuş olsaydı bile, evleneceketi, çocuk doğuracaktı, hatta masa başı bir işte çalışıyor olsaydı bile yine çocuk bakımı, evdeki temizlik, yemek gibi işlerle yine o ilgilenecekti. Bu durumda, okumak veya ek bir işte çalışmak ona ek bir yük getirecekti, zira okumuş bir kadın da, okumamış bir kadın da, çalışan bir kadın da, çalışmayan bir kadın da ev işlerini yapmak bakımından eşittirler. Mirela da kuzey Arnavutluk’tan orta Arnavutluk’a okumak için gelen kadınlardan biri. O, okumanın ciddiyetini şöyle belirtmektedir: “Okumamı istemeselerdi, beni desteklemeselerdi gözün nurundan vaz geçip de uzaklara gönderirler miydi?”....

58

“Annemin zamanında kadının görevi tarlada çalışmaktı, bu da eğitim gerektirmezdi, zaten gerekli eğitimi çocukluğundan beri vermişler, kendi yaşadıkları doğrultusunda beni zor şartlara rağmen okutuyor.” Bu pozitif değişimin insanların köyden veya bir şehirden bir şehre göçmekteki özgürlüklerine, modernleşmeye siyasal rejimin değişmesine ya da Mirela’nın anlatmaya çalıştığı “bilincin gelişmesine” bağlı olabilir. Katılımcılara

eğitimden bahsedildiğinde taraflarından

kurumsal

eğitim;

okullarda veya kurslarda verilen eğitim anlaşılmaktadır. Ancak tarlada çalışmak, toprak işlemek, çay toplamak, mısır veya buğday biçmek de bir eğitim gerektirmektedir ve bunun için kadınlar çocukluklarından beri kurumsal olmayan, görgüye ve deneyime dayalı bir eğitimden geçmektedirler. Bu işlemlerin nasıl yapıldığını büyükleri göstermekte veya ona bakarak öğrenilmektedir. Bu aslında uygulamalı eğitimdir. Bu bağlamda, kurumsal eğitimin dışında kalan eğitim domestiklik, geleneksellik, tutuculuk olarak görülmekte ve üstü kapalı bir şekilde küçümsenmektedir. Kurumsal eğitim alan kişi hayatını “kurtarırken” geleneksel bilgi ile ev ve tarla işine mahkum kalan kişi ise ikinci sınıf olmaktadır. Siyasal rejimin eğitimi neredeyse olanaksız kıldığı zamanlarda bile erkeklere nazaran kızların okumasına fırsat tanınmış. Enver Hoxha’nın rejimi altında büyümüş olan Mimoza, “beş çocuktan (iki erkek, üç kız) normalde bir çocuk okutulabilirdi, benim babam subay olduğu için iki çocuk okutma hakkı vardı ve beni ve ablamı okuttular, yarın bir gün kocaya mahçup olmayalım, ezilmeyelim diye...o zamanlar herşey liste ile verilirdi, ekmek bile. Eğer bir ailenin iki ekmek alma hakkı varsa üçüncüyü alamazlardı.” Ebeveynlerin çocukları geleceği söz konusu olduğunda bir seçim yapmak

59

zorunda kalmaları ve erkeğin yerine kızı tercih etmektedirler ancak buradaki amaç kadının kariyer yapması, kendini geliştirmesi değildir; yarın bir gün eşine mahçup olmaması, ezilmemesidir. Sonuç itibarıyle, okutulan o kadın, yarın bir gün evlenecek veya evlendirilecektir; iş yine evliliğe, kocaya bağlanmaktadır. Kadın evliliği/gelin olma ile ilgili her toplumun belli gelenek ve adetleri vardır. Arnavutluk’taki düğün/evlenme gelenek ve adetler kadınlar tarafından aşağıdaki gibi belirtilmektedir: Zyra, “Başka kardeşim olmadığı için babam beni 15 yaşımdayken evlendirdi, ben evleneceğim adamı görmemiştim, evlenince ne olacağını da bilmiyordum, sadece evleneceğim kişinin benden on yaş büyük olduğunu biliyordum”, demektedir. “Babam ve anneme göre, eşime itaat etmem gerekirdi”. Zyra’ya eşinin ailesine karşı olan sorumluluklar; el öpme, ayak yıkama gibi geleneklerin olup olmadığı soruldu; “Bizde el öpme gibi birşey yoktur, ayrıca eşim içgüveysi bizim eve gelmişti dolayısıyla hiç gelinin yerine getirilmesi gereken geleneklerle hiç karşılaşmadım” diye cevap verdi. Diana ise kendi zamanında kadınların 18-20 yaşında evlendiğini ve kendisi 26 yaşına bekar girdiği için ailenin evde kalacağı korkusundan görücü usulu ile evlendirdiklerini belirtti. Babaannem yaşarken evlenmek/evlendirilmekle ilgili birşey anlatmıştı, bunu dile getirmekte fayda vardır: (40’lı yıllar söz konusu) “Kadın kocayı, koca kadını görmeden evlenilirdi bizim zamanımızda. İlk geceyi (gerdek gecesi) karanlıkta geçirirdin ki vazgeçme şansın olmasın, ancak sabah kiminle evlendiğini görebiliyordun, şansına kalmış; evlendiğin kişi topal, kör olabilirdi ama artık itiraz etmek gibi bir olanak yoktu.” Zyra ve Diana (zira onlar nişanlılık süreci geçirmemişlerdi) dışındaki kadınların

60

anlattıklarına dayanarak, kadın nişanlı olduğunda nişanlısını görebilirdi, onun evine gidebilirdi, onunla vakit geçirebilirdi. Nişanlılık süreci iki yılı geçirmemek şartıyla, istendiği zaman evlenilebilir, nişanlı olduğun sürece evlenmekten vazgeçilebilir. Zhaneta ve evli olan diğer kadınlar (Mimoza, Blerta, vd.) severek evlendiklerini belirtmişlerdi. Onların görevleri/gelenekleri eşine ve ailesine itaat etmek, sözünü dinlemek, kaynananın işini elinden almak (yemek yapmak dışındaki diğer işler), saygısızlık etmemek olduklarını belirtmişlerdi. Onlara göre, düğün görkemli olmalı, eşler birbirlerini kırk gün boyunca görmemeli, düğün ahenk ile birlikte dört gün sürmeli, gelin arabaya bindikten sonra ne olursa olsun araba sürülmemeli. Düğünün ertesi gününde (Pazartesi günü) çeyiz gösterilir, çarşaf göstermek gibi gelenekler yoktur, bir hafta sonra çift balayına çıkar, ve balayından sonra gelin bir süreliğine annesine gönderilir. Sünnet, kına yakmak, imam nikahı kıymak gibi dini ritüeller de bir toplumda/ülkede çoğu zaman neden uygulandığı bilinmemesine rağmen, gelenek haline gelebilmektedir. Arnavut kadınları dini gelenekleri olmadığı ve hıristyanlık veya islamiyet, hiçbir dinin öğretilmediğini, hiçbir olayın “günah”, “haram”, “Allah cezalandırır” gibi ifadelerle bağdaştırılmadığını belirtmektedirler. Gjokaj dinin gelenekler üzerindeki etkisini/etkisizliğini şöyle açıklamaktadır: Geleneklerin korunmasında, dini boyutlar hiçbir zaman yıkıcı/bölücü rol oynamamıştır. Kur’an veya İncil yerine bayrak üzerine yemin etme geleneği dinler arasındaki anlayışı açıkça yansıtan bir argümandır. Bu geleneği hiçbir dini kurum değiştirmemiştir ve değiştirmeye çalışmamıştır, zira Arnavutlar kimliklendirilirken hiçbir zaman dini aidiyetleri baz alınmamıştır (Gjokaj, 2011, s.64). 61

Arnavutluk etnik açıdan homojen bir toplum olduğu ve coğrafi alan açısından küçük bir ülke olduğu için, çoğu gelenekler farklılık göstermemektedir, diğer yandan, Arnavutluk’un birçok vatandaşı İtalya, Yunanistan, İsviçre gibi ülkelerde olmasına rağmen (özellikle düğün ve din konusunda) geleneklerde değişiklikler görülmemektedir. Bunun en önemli nedeni, yurtdışı göçün yeni olmasıdır (Enver Hoxha’dan sonra). Ancak bir kuşak sonra, Türk Kolejlerinin varlığı din konusunda faaliyet göstermeleri beklenmektedir, zira Redjana bazı dini konularını Türk Kolejinde okuyan abisinden öğrendiğini belirtmektedir.

3.2.TÜRKİYELİ KADININ GELENEK VE ADETLERİ:

Arnavutluk gibi, Türkiye’nin gelenekleri de Türkiye kadar eski, yıllar içinde dönüşüme uğramış, farklı toplumların (Türkiye’deki Arap, Kürt, Tatar, Çerkez vb. toplumları) gelenekleri ile örtüşmüş veya dönüştürülmüştür ancak araştırma kadınların ortaklaştığı gelenek ve adetlere odaklanacaktır. Türkiyeli katılımcıların en büyüğü olan Esma, kız veya erkek bebek olsun, cinsiyete bağlı özel birşey yapılmadığını, bebekle ilgilenmek, yedirmek, uyutmak, altını değiştirmenin yettiğini belirmektedir. Gülcan ise kız bebeklerine 20 günlük iken bereketli olması için üstüne buğday döküldüğünü belirtmişti. Bebekken kızlara özgü bir adet uygulanmayabilir ancak büyüdükçe adetler de çoğalır; Esma kız çocukların boyu fazla atmadan (gösterdiği boy 8-9 yaşlarını ima etmektedir) başların kapatıldığını, Banu kız çocukların memeleri çıktığında istendiği büyüklükte kase, Ayşe ise fincan

62

kapatıldığını söylemektedir. Berna bu konuda, annesinin (Gülseren) büyük memelere karşı olduğunu dolayısıyla tahta sürmeye razı olduğunu belirtmektedir. Hatice ise, kız bebeklerin

vücuduna

kıllı

olmaması

için

ayva

yaprağı

sürüldüğü

bilgisini

paylaşmaktadır. Annelerden kimi (kızının) kadının cazibeliğini ortaya çıkarması için memelerin büyüklüğünü arttırmaya yönelik, kimi ise cinselliği gizlemek için memelerin küçük olmasına yönelik yöntemler geliştirmektedir. Bir diğer uğraşı ise, kadın bedeninin kıllı olamamsına yöneliktir; bir yandan erkek bedeninden ayrı tutarak kılsız olmasını, arzulanır olmasını dilerken, diğer yandan gelecekteki hayatını kolaylaştırmaya yönelik bgirişimlerde bulunmaktadırlar. Kız bebek bedenini yumurta akıyla yıkamak veya ayva yaprağı sürmek; yöntemler farklı olabilir ancak amaç aynıdır; kadın bedeninin erkeğinkinden farklı olması, güzel, nazik, kibar olmasıdır. Kadınların her biri geleneksel (yaşadıkları toplum tarafından “normal” karşılanan) kıyafetleri aşağıdaki gibi belirtmektedirler: Esma “Biz doğduk kapalıyız” ifadesiyle, çocukluğundan beri uzun etek, uzun kollu kazak ve başörtü giydiğini ortaya koymaktadır. Renkler fazla canlı olmamalı, zaten olma olanağının da olmadığını, bulduğunu giymen gerektiğini belirtmektedir Esma. Neden veya kimin isteği üzerine kapandığını bilmemektedir ancak herkesten aynı davranışı gördüğü için bu kıyafeti sorgulamak aklından bile geçirmemiştir. Esma aynı şeyi kızlarından istememiştir ve iki kızının da başı açık, kısa kollu veya dizaltı etek giyebilmektedirler. Kızları hakkında böyle demektedir: “Bizim zamanımızda öyle şık giyinmek yoktu... Kızlarım tabii ki zamana uymak zorundalardı, uydukları zaman da oluyordu, uymadıkları zaman da oluyordu, bulup da giyemedikleri zaman da oluyordu..” Bulup da giyemedikleri zamandan kasıt, Esma köy yerinde giyilmeyecek kıyafetlerden 63

bahsetmektedir, pantolon gibi. Zira kızı Hatice köyde şalvar, okul yıllarında ise pantolon giydiğini ancak tatillerde, evine gittiğinde tekrar şalvara yöneldiğini, memur olduğunda (17 yaşında) babasının yanında ilk pantolonu giydiğini belirmektedir. Gülseren ise yaşadığı toplumda açık giyinilebileceğini ancak kendisi hoşlanmadığı için mümkün olduğunca kapalı giyindiğini belirtir. Buradaki “açık kıyafet”, kısa kollu bluz ve dizaltı etketen ibarettir; pantolon giyilmemektedir. Aslında hoşlanma, hoşlanmama gibi duygusal tepkilerin belirlenmesnde sosyal normlar büyük rol oynamaktadır. Bu bağlamda, Gülseren’in kendisi hoşlanmadığı için açık giymediğini söylemesi, hoşlanmama halinin altında yatan, açık giyinme durumunda tacize uğrayacağı, ayıplanacağı, cezalandırılacağı bilgisinin yatıyor olduğunu söylemek mümkündür. Yani açık, dekolte giyinmek yaşadığı toplum tarafından onaylanıyor veya destekleniyor olsaydı, Gülseren belki de bundan hoşlanacaktı. Banu, giyimin bir şehir içerisinde bile değişebileceğini, farklı mahallelerde/semtlerde farklı giyinmen gerektiğini ortaya koymaktadır; “Eskiden şalvar giyerdik, veya üstünde tunik giymek şartıyla eşofman da giyebilirdik, başımızı da bağlardık. Altındağ’dan Yüzüncü Yıl mahallesine taşınınca komşular benle dalga geçerlerdi, bir sırtında bohçası eksik derlerdi, dolayısıyla başımı açtım, şalvar yerine pantolon veya kapri giymeye başladım”. Gülseren’in örneğinde olduğu gibi Banu’nun anlatılarında da görülmektedir: Sosyal çevreye hakim olan normların, beğeni kalıplarının, ahlaki yargıların kişinin kendiyle olan ilişkisini, özgüvenini, duygusal dünyasını etkilediğini, dönüştürdüğünü, hatta içinde olan farklı bir benliği ortaya çıkardığını söylemek mümkündür. Gülcan ise annesinin evindeyken kapalı, pijamanın üstüne etek giydiğini ancak evlendiğinde eşinin Çerkez olması ve çevresinin geniş, görmüş gezmiş, okumuş olması nedeniyle başının 64

açmasını istediğini ancak Gülcan dini nedenlerden dolayı açmadığını belirtmektedir. Hatice de, okumuş olmanın kıyafete bir etkisi olduğunu belirtmektedir: “Okumayıp köy yerinde oturacaksan, uzun etek ve başörtü şart, ancak okuyacaksan ve memur olacaksan olduğun şehre uymak zorundasın” demektedir. Buradaki uzun etek ve başörtü giymek, kapanma/açılma durumları, halk arasında inanıldığı gibi, sadece dini zorlamalar, ahlaki tutuculukla ilgili değil. Yaşanılan yerin pratiklerine bağlı zorunluluklarla, pratik olma ve rahat hissetme arzusuyla, dikkat çekmekten kaçınma isteğiyle de bağlantılı olabilmektedir. Örneğin; sürekli oturup kalmasını gerektiren, tarlada çalışan bir kadının dar pantolon veya mini etek yerine şalvar giymek işini kolaylaştırmaktadır. Deniz ise gençlik zamanlarında pantolon giyilmemesine rağmen, abisinin kızmasına rağmen, kendisinin hep pantolon giydiğini söyler, ablası ve kız kardeşi başörtülü olmasına rağmen, kendisi buna karşı çıkmıştır. Berna da Deniz gibi, toplumun/annesinin kıyafet konusundaki beklentilerine/normlarına karşı çıkmıştır. 80’li yıllarda, Madonna aerobik modasını takip edebilmek adına, Özal öncesi sıkıyönetimi ve gümrük sorunlarına rağmen, Amerika’dan gelen arkadaşlarından kendisine “şeytan pantolonu” getirmelerini rica ederek, annesinin inadına giydiğini belirtmektedir. Esra (35) ise, toplumun ve ailesinin bir baskısı olmadığını ancak kendisi çok açık giyinmekten hoşlanmadığını söyler, ona göre normal kıyafet kapri pantolon, t-shirt olmalıdır. Damla da kendisinin üzerinde bir baskı olmadığını ve dolayısıyla istediği gibi giyinebileceğini belirtmiştir. Ayşe ve Elif de istediklerini giyebileceklerini ancak kendileri tercih etmedikleri için açık (mini etek, askılı giyilecek kadar açık) giyinmediklerini belirtmektedir. Ankara’nın büyük şehir ve gelişmiş olması kadınlara özgür olma/olabilme fırsatı tanıtmaktadır. Zira Ebru, özgür olduklarını savunan diğer kadınlarla hemen hemen aynı yaşta olmasına 65

rağmen, Yozgat’ın köyünde doğduğu ve büyüdüğü için küçüklükten beri kapalı olduğunu belirtmektedir. Ebru, yıllardır Ankara’da olmasına rağmen, annesinin, eşinin baskısı ve din gereği başını açmamıştır. Esra ve Ebru giyim konusunda onların üzerinde bir baskı olmadığını, sadece kendileri tercih etmediklerini belirmektedirler ancak hoşlanma ve hoşlanmama durumu doğuştan gelen bir şey değildir; mahalle baskısı, toplum normları bir şeyden hoşlanmayı/hoşlanmamayı beraberinde getirmektedir. Öte yandan kıyafete karışmamak veya açık giyinebilmek tam anlamıyla özgür olmak anlamına, hayatındaki kararları tek başına alabileceğin anlamına, özgürsün anlamına gelmemektedir. Kendi örneklerimden de anlattığım gibi, benim açık giyinebilir olmam özgür olduğum anlamına gelmez, zira yarın bir gün kapalı giyinmek istersem aile veya toplum baskısıyla karşılaşacaksam, bu kıllık-kıyafet konusunda özgür değilim demektir. Ayrıca, belirttiğim gibi, giyimdeki özgürlük, hayatının her yönündeki özgürlük değildir; aile kadının

giyimine karışmayabilir ancak başka bir konuda; dışarıya çıkmada,

arkadaşlık edinmede, iş seçiminde vs alanlarda bir durdurmaya veya değiştirmeye yönelik bir girişim ile karşısına çıkabilir. Kadının çalışması ve eğitim alması eğilimine gelinecek olursa, kıyafet gibi bu da kadınlararası aileye, yetiştirilme tarzı, yaşadığı zaman ve topluma göre farklılık göstermektedir. Esma anneliğin (üvey annesinin) çocuğuna bakmak için hiç okula gitmediğini ve köy işleri dışında hiç maaşlı iş yapmadığını belirtmektedir. Banu da aynı şekilde, babalığın (üvey babasının) çocuğuna bakması gerektiği için sadece bir sene okuduğunu sonra okuldan alındığını söyler, ancak evlendikten ve kızları büyüdükten sonra ortaokula ve ehliyet kursuna gitmiştir. Banu ev işleri dışında hiçbir zaman çalışmamıştır.

Gülcan

eskiden

okula

şimdikinden

daha

büyük

yazdırıldığını 66

söylemektedir. Babasından gizli okula yazdırılan Gülcan, köyde kendisinden başka çocukların da okuyor olması babasını bu konuda yumuşadığını ve ilkokuldan sonra nakış-dikiş kurslarına da gönderdiğini belirtmektedir. Gülseren ailesinin kendisini, okumasını desteklediğini ve meslek seçimine karışmadığını, ancak kendisi kızı Berna’ya doktor olması için çok baskı uyguladığını, hatta Berna’nın göbek bağını Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin bahçesinde gömdüğünü izah etmektedir. Ona göre Berna doktor olursa çok sağlıklı olacaktı. Gerçekten de Berna Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi ve doktor oldu ancak çok sağlıklı olduğu söylenemez. Hatice de ailesinin, özellikle babasının (zira annesi hiçbir şeyde başarılı olabileceğine inanmamaktaydı ) okumasını desteklediğini, ancak hayata daha erken atılabilmesi için hemşirelik okuluna gönderdiğini belirmektedir. Ebru’nun ailesi okuyabilmesi için bir şart koşmuştur; okuyacağı okul sadece kız öğrencilerden oluşmalı ve okula giderken, yolda, yani evin dışında iken yapabileceği ilk yanlış onun okuldan alınmasına mal olacaktır. Nitekim eşi ile tanıştığı zaman ailesinin duyması üzerine Ebru okuldan alınmıştır ancak o kişi ile evlenmeye kabul ettiğinde okula kaldığı yerden devam etmiştir. Ebru birçok kez temizlik, kasiyerlik gibi işlerde çalışmıştır fakat eşinin kıskançlığı ve “karısına bakamayacak kadar aciz” hissetmesi Ebru’yu ev hanımı olmaktan öte götürmemektedir. Esra çalışan, okuyan ve modern bir ailenin kızı olarak ailesinin kendisini okutabilmek için çok çabaladıklarını belirtmişti, fakat Esra başarılı olmamıştır. Esra’nın yaşadığı çevre/topluma göre kadının da çalışması gerekmektedir. Damla üniversite yılları boyunca maddi olarak ailesinin desteğine rağmen çalıştığını, Ayşe ise seçtiği meslek (maden mühendisliği) erkek mesleği olmasına rağmen ailesinin her türlü desteği sağladığını belirtmektedirler. Elif’in babası ise kendisini liseden mezun 67

olmasına

rağmen

şimdiden

üniversiteye

hazırlamaktadır

ve

meslek seçimini

etkilememektedir. Görüldüğü üzere, kadının eğitilmesine/eğitilmemesine etki eden birçok faktör olmasına rağmen, bulunduğu toplumun yanı sıra, kuşaktan kuşağa önemli bir fark kaydedilmiştir. Buna bir neden olarak, Gülcan’ın belirttiği gibi, babası diğer kızların okutulduğunu görünce onun da okumasına engel olmamıştır. Belki de o güne değin, Gülcan’ın babası kızını okutmak istemiştir ancak toplum baskısından çekinmiştir. Yaşadığı çevrede başka kızların/kadınların da okutulması

eleştirilmeyeceğine,

ayıplanmayacağına emin olunca ya da kadının okutulması erkekler arasında veya toplum tarafından kabullendiğini görünce kendi kızlarının da okumalarına engel olmamıştır. Yukarıda Arnavutluk’taki düğün ritüelleri anlatılırken, kadınlar arasındaki benzerlikler/farklılıklar ortaya konmuştu; eş seçiminde en üst kuşağın özgür olmadığı ancak düğünlerin bir formatta yapıldığı gözlemlenmişti. Evli olan Türk kadınları ise düğün/evlilik anılarını ve adetlerini aşağıdaki gibi açıklamışlardır: Esma 19 yaşındayken babasının eşi vefat etmiş üç çocuklu bir adamla evlendirdiğini, kendisi istemediğini ancak babaya karşı gelemeyeceği için evlendiğini belirmişti. Evlendiği adamın önceden bir evlilik geçirmiş olmasına rağmen, Esma’dan “kız” (bakire) olmak beklentisi mevcuttu, dolayısıyla gerdek gecesinin ertesi günü, bunu ispat etmek adına köylülere çarşaf gösterilmiştir. Gülseren ise nişanlılık sürecinde eşinin eve girip çıktığını, evleneceği gün ise annesi bir çarşaf iki bez verip, gece silinmesini ve ertesi gün “konu komşu sorarsa göstereyim” diyerek kendisine takdim etmesini rica etmiş. Banu 14 yaşındayken üvey babasının dayağından kaçmak için, teyzesinin kaynıyla kaçtığını ve sevdiği adamın o olmadığının altını çizmektedir. Eşi tanıdığı 68

birinin evine götürmesi üzerine, o evde bulunan bir teyze kendisini yıkayıp gerdek gecesine hazırlamıştır. Ertesi gün çarşafı kontrol edebilmesi için yatağını toplamamasını söyleyen teyze, kendisine cinsel ilişkiden sonra gusül abdesti almasını da öğretmiştir. Gülcan evleneceği kişiyi görmediğini, babasının evlendirdiğini belirtmektedir. Gülcan’ın gelin gittiği aile Çerkez olmasına rağmen, onlarda da kan gösterme geleneğin var olduğunu, dolayısıyla eşinin annesine göstermek için çarşafı topladığını anlatmaktadır. Çerkez toplumuna göre gelin evlendikten sonra bir yıl boyunca annesinin evine gitmemelidir. Bunun nedenini anlayamayan Gülcan, bir sene boyunca annesinin diktiği yorganına bakıp ağladığını dile getirmektedir. Hatice de diğer kadınlar gibi, babasının istediği kişi ile evlenmiştir. Evleneceği kişiyi hiç tanımadığını, evliliğin ne olduğunu bilmemesi ve evlenmek istememesine rağmen ailesine karşı gelemediği için evlenmiştir Hatice. Din ritüellerini evlilikte de görmekteyiz, zira kadınların imam nikahı kıydıklarını, Banu gusül abdesti aldığını Hatice ise gerdek gecesine girmeden iki rekat namaz kıldığını belirtmektedir. Ebru’nun evliliğinden bir parça bahsedilmiştir: Ebru lise yıllarında erkek arkadaş edindi ve ailesinin öğrenmesi üzerine Ebru o kişi ile evlenmeye zorlandı, aksi takdirde abisi tarafından öldürülebilirdi. Deniz diğer kadınların arasında severek evlenen tek kadındır. Dört sene boyunca gizli bir şekilde evlendiği kişi ile arkadaşlık ettiğini belirten Deniz, aynı zamanda sevgili yerine arkadaşmış gibi davrandığına dikkat çekmektedir. Ona göre, eskiden arkadaşlık vardı, sevgili yoktu. Zira aralarındaki sınırlar katı ve saygı sonsuzdu. Kadınların evlilik gelenek ve adetleri büyük ölçüde farklılık göstermemektedir; zira evlenen bütün kadınlar imami nikah kıymış, abileri (veya babaları) bakire olmanın simgesi olan kırmızı kuşak bağlamış ve bunun kanıtı olan çarşaf göstermişler. Ancak 69

çoğu kadının aile tarafından evlendirilmesi, Banu ile görüşme sırasında eşi Hasan amcanın dedikleriyle birebir örtüşmektedir: “Eski zamanlarda hamam vardı, bütün kadınlar toplanıp giderlerdi, anne oğluna kız beğenir ve onunla evlendirirdi”. Hasan amca aynı zamanda Japonya gibi doğu toplumların gelenekleri teknolojiye rağmen koruduklarını ama Türkiye geleneklerine sahip çıkmadığına şikayet etmektedir. Aslında Japonya coğrafi konum açısından Doğu ülkesidir ancak kültürel, sosyolojik ve tarihsel açıdan “Batı Toplumu” değildir. Din ile ilgili meseleler sadece evlilikte değil, hayatın birçok alanında karşımıza çıkmaktadır, zira bütün kadınların dini bilgileri ve ona bağlı gelenekleri ve inanışları vardır. Bütün kadınlardan din ile ilgili birer anılarının/inandıklarının örnekleri aşağıdaki gibidir: Esma saçını örtmezsen, başörtülü olmazsan öbür dünyada saçından çekip aşağıya salacaklarına inanmaktadır. Gülseren babasının çok dindar olduğunu dolayısıyla sayesinde herşeyi öğrendiğini hatta eşi izin verseydi kapanmak istediğini, Banu kullanılan pedlerin yıkanmadan atılması halinde Cuma akşamları cinlerin boğazını sıkıp boğacağını belirtmektedir. Gülcan ise evlenmeden önce cinsel ilişkiye girmek, adet olduğunu dile getirmek günah olduğu yönünde bilgi vermektedir. Hatice’nin din ve kadın hakkında farklı bir anısı vardır: adet gören kimsenin oruç tutması Allah tarafından yasaklanmış birşey. Bunu göz önünde bulundurarak evlenmeden önce adet döneminde oruç tutmayan Hatice annesinden çok tepki toplamıştır. Annesi onun bakire olup olmadığına şüphe etmiş, zira ona göre bu kural (adet döneminde oruç tutmamak) sadece evlenmiş (bakire olmayan) kadınlara hitap etmektedir. Deniz ailesinin kapanması yönündeki baskılara rağmen kapanmadığını, Berna da annesinin din ile ilgili aşırı 70

baskılarının kendisinde ters etki gösterdiğini dolayısıyla şimdi dine aykırı gelen, yapmaması gereken bütün şeyleri yaptığını belirtmektedir. Esra ve Damla dinden nefret etmelerinin sebebi küçükken sabah altıda kaldırılıp zorla Kuran kursuna götürüldüğüne bağlamaktadırlar. Ebru ise din ile ilgili herşeyi annesine sorduğu ve ona inandığı yönünde ki bilgileri örneklendirmektedir: Ebru’ya bir tampon verilmiş kullanması için, annesine sorması gerektiğini söylemiş arkadaşına. Ve bu cevap ile geri döner, “Annem dedi ki gusülün bozulur onu kullanırsan”, “ama sen zaten onu kullandığında regl olduğun için gusülsüzsün...” “ikinci gusülün bozulur ya...” Birinci, ikinci gusül zaten yoktur, dinde farklı yollarla bozulan tek bir gusülden bahsedilir. Bu örnekte modernizmin getirdiği yeniliklerin, gelenekler ve din ile aralarındaki kaçınılmaz ilişkiyi görmekteyiz. Ayşe ailesi ile olan yaş farkından dolayı dini bilgiler almadığını ancak yaşadığı toplumda dini bilmemesine olanak olmadığını, Elif ise annesi varken annesinden, şimdi

ise

babası,

halası

ve

teyzesi

tarafından

din

konusunda

bilgilendirildiğini belirtmektedir. İki ülkenin kadınları ayrımındaki farklılığı görmezden gelmek olanaksız, Arnavutluk’a göre kız çocuğu adet gördüğünde kadın olmaktadır. Türkiye’deki kadınların bilgilendirdiklerine dayanarak ise, çocuk adet olduğunda kız, bakireliğini kaybettiğinde ise (bu evlendiğinde olmak zorunda) kadın olmaktadır. Örneğin, Elif adet olduğunda halası “kız oldun yavrum” demesi, Hatice’nin annesinin adet gördüğünde değil, evlendiğinde kadın olacağını vurgulaması gibi. Ancak her iki ülkede adet olan kız çocuğuna bazen erkeklerden uzak durmasına söyleyerek, erkeklerden korunmaktadır; zira adet olmasıyla kadının cinselliği ortaya çıkmaktadır.

71

3.3. SÖZLÜ KÜLTÜRÜN VE MODERNLEŞMENİN ETKİSİ:

Toplumsal cinsiyet rollerinin belirlenmesinde, aktarılmasında sözlü kültürün etkisi kaçınılmazdır. Kadınlar arasında bilgi alışverişi gördüklerine ve yaşadıklarına dayanarak yapılmaktadır. Zyra annesinin kendisine sessiz, çalışkan olması, başını eğmesi gerektiği yönünde öğütlerde bulunduğunu belirmektedir. Ona göre, bir iş yapılmayacaksa bile iyi bir kadın olmak için “yapmam etmem” yerine “tamam” demek gerekmektedir. Zyra’nın annesi arkadaşlara iyi davranmasını ancak her zaman bir mesafe koruması gerektiğini belirtse bile, Zyra arkadaşlarıyla olan iletişiminde/bilgi alışverişinde sınır tanımamıştır. Birbirlerine görüşlerini bildirdiklerini ve önerilerini uyguladıklarını söylemektedir. Zyra’ya göre, kaynana - gelin arasında ise her zaman öğretmen - öğrenci ilişkisi olmalıdır; gelin her zaman kaynanasından öğrenmek zorunda, onun dediğini yapmak zorunda. Ancak Redjana’nın verdiği örnekte kaynana – gelin arasında bilgi ve öğrenilen/öğretilen çift taraflıdır. Redjana kaynanasına kaşını almasını dile getirmiştir ve ertesi gün kaynanasının bunu uyguladığını belirtmektedir. Sözlü kültür aracılığıyla iletilen normlar alıcı tarafından farketmeksızın içselleştiriliyor, zira birçok kadın bazı şeyleri nereden öğrendiğini, kimden duyduğunu bilmemektedirler. Örneğin ev işleri konusunda bütün kadınlar nereden öğrendiklerini bilmemekte ancak kadının yapması gerektiği düşünülen her işi yapmayı bilmektedirler, yani görerek öğrenme süreci ile; görgü ile öğrenmişlerdir. Ailede işi annenin yapıyor olması ve kız çocukların küçüklükten itibaren annesinin yanında durması bu yöndeki beklentileri belirginleştirmektedir. Hatice kadınlar arasında birşey konuşulduğunda “sen çocuksun, duyma bunları” diyebilmektedirler ancak iş söz konusu olunca, on yaşındayken herkes 72

senin elinden iş beklendiğinin altını çizer. Bütün kadınlar çoğu ev işlerini veya kişisel bakımı görerek örenme pratiği; görgü ile öğrendiklerini belirtmektedirler. Gündelik işlerde kadınlar diğer kadınlardan gördüklerini, farkettiklerini uygulamaktadırlar. Örneğin, anne kızına halının tüylerinin yönüne göre süpürülmesi gerektiğini veya tişörtüne damlayan yağı emmesi için tuz dökmesi gerektiğini doğrudan öğretmemekte ancak kız/kadın diğer kadınlardan görmeye aşina olduğu bu davranışları öğrenmekte ve uygulamaktadır. Zyra anneannesinden öğrendiklerini torununa da öğrettiğini belirtir; anneannesi dermiş ki, kocaya belden aşağısı gösterilir, belden yukarısı ise kendine kalmalıdır. Bu deyim Era’ya (Zyra’nın torunu) da iletilmiştir. Bu bağlamda, tek bir deyimin minimum beş kuşaktır ayakta durmasını sağlayan etkili bir sözlü kültürün var oluşundan bahsedilebilir. Deyimin anlamına gelinecek olursa; kadın kalbinde olanlarını kocasına söylememeli, zaten erkek/koca da cinsel anlamda tatmin edildiği sürece kalbinde ne olduğunu merak etmemektedir. Viola bu bilginin evlilik hayatında çok önemli bir yeri olduğunu söyler; ona göre her düşündüğünü, hissettiğin her kırgınlığı eşinle tarışmaman gerekir. Zira tartışma tartışmayı açar, kırgınlık yeni bir kırgınlığı getirebilir; erkekler tartışmayı sevmez, tartışan bir kadından ziyade, sorunları örten, sevmeyi bilen bir kadın daha da çok sevilir eşi tarafından. Bu bilgi, düşüncelerini söylememesi gerektiğine göre kadını özgürleştirmeyebilir, ancak daha az acı çekmesine, eşiyle daha fazla huzur içinde yaşamasına neden olabilir. Kadınlar birbirlerini etkiler ve birbirlerinden etkilenmektedirler. Banu’nun dediği gibi, senelerdir kapalı olmasına rağmen, açılabilmesi için komşusunun eleştirisi

73

yetmiştir. Ancak Banu her kadının dediğini uygulamadığını, söylenen/söyleyenin iyi niyetli olup olmadığını sorguladığını belirtmektedir; kızının kaynanası sürekli “sosyetelik” sergilemesi ve Banu’dan da bunu bekliyor olmasını aşağlayıcı bulduğu için, ayak uydurması gerekenin dünürün (kızının kaynanası) olduğuna inanmaktadır. Nihayetinde Banu’nun rahatlığı ve doğallığından etkilenen dünür, Banu’ya uyum sağlamıştır. Bilgi akışında, bilgiyi aktaran bilgiyi alan için kanaat önderi ise, değer verilen, özenilen, beğenilen, takdir edilen biri ise, ulaşılmaya çalışılan bir konumu varsa, onun aktardığı bilgi hazine olmakta, kulakta kalmamaktadır. Bazı kadınlar ne kadar “ben kendim, kimseden etkilenmiyorum” deseler bile, arkadaş çevresinden, ailelerinden etkilenmektedirler. Blerta fikir alışverişinin ve “dedikodunun” kadınların “yemeği” olduğunu, ayrıca bunun mekan ve mesleğin önemli bir ilişkisi olduğuna savunur. Kuaförde kadınların başka kadınlarla konuşmaması ve etkilememesi öyle olanaksız ki, saçını siyaha boyatmak için gelen bir kadın, kuaförden sarı saçla çıkabilir. Blerta birçok kadını hiç görmediğini ancak evindeki bütün sorunlarını, görünüşünü, zayıf noktalarını bildiğini söylemektedir. İstisnasız bütün kadınlar başka kadınların yanındayken daha iyi olmaya çalıştıklarını ifade ettiler. Başlıca daha iyi olmaya yönelik dikkat edilen konular/alanlar; yemek pişirmek, temiz/düzenli olmak ve kişisel bakımdır. Özellikle başka bir kadının yanında/önünde daha iyi performans sergilemenin temel nedeni kadınlar arasına rekabetin olduğu düşüncesi gibi görünmektedir. Ancak rekabetten ziyade başka kadınların dilinde düşmemek, dedikodu korkusudur. Yani, ev sahibi olan kadın, misafirliğe gelen kadının dedikodu yapabilmesine karşı taviz vermemeye çalışmaktadır.

74

Hatice annesinin cinsellik veya ergenlikte gelen değişiklikleri öğretmediğini hatta memelerin çıktığında annesine ağrısı olduğunu söylediğinde “sus utanmaz eşeğin kızı” cevabını almış olduğunu belirtmektedir. Ayrıca, erkekler gibi top oynamaması gerektiği de belirtilmiştir. Deniz’e ise erkekler gibi ağaca tırmanmaması ve sahilde yürümemesi gerektiği abisi tarafından söylenmiştir. Kadınlar, arkadaşlık çevresi, yatılı okul, sokak vs dışında, toplumsal cinsiyet rollerini genellikle ilk önce aileleri tarafından görerek veya dile getirilerek öğrenmektedirler. Bu yönde bütün kadınların en az birer anısı vardır; Era okulun düzenlediği gezilere erkek kardeşi gibi katılamayacağını kesin ve tartışmasız bir biçimde ailesi tarafından (nedeni olmasa bile) öğrenmiş, Mirela yürürken başını öne eğmesini, Redjana sokakta sigara içmemesini, Anila yüksek sesle gülerek dikkat çekmemesi, Elif erkek gibi giyinmemesi, Ayşe evde iş yapması, Ebru abisi gibi sesini yükseltmemesi, Damla alkol içmemesi, Marsela erkek gibi sert davranmaması, Elizabeta başkalarla arkadaşlık etmemesi, Blerta saçını erkek gibi kesmemesi, Viola erkek mesleği olduğu için mühendis olmaması, Esra daha kibar ve duygysal olması, Berna geceleri dışarıya çıkmaması, Deniz ve Hatice erkekler gibi oynamamaları, Zhaneta kadın gibi giyinmesi, Mimoza kocası olmadan yurtdışına çıkmaması, Diana kocasına emirler vermemesi, Zyra özel konularını kimseyle paylaşmaması, Gülcan eşinin bakkalında çalışmaması, Banu ve Esma küçük kardeşlerine bakmaları, Gülseren pantolon giymemesi yönünde uyarılar almışlardır. Bütün bunlar kadınlara ne yapmaları ve ne yapmamaları gerektiğini öğretmektedirler. Genellikle uyarılar anne, baba, abla, abi, eş tarafından yapılmaktadır ve “erkek gibi yapma” şeklinde ifade edilerek, kadını erkekten soyutlamaktadır. Bu ayrıştırma bazı kadınlarda ters tepmiştir. Örneğin, Berna bu tür uyarılardan ötürü “erkek Fatma” gibi olduğunu, 75

Marsela erkekler gibi kavgaya giriştiğini, Esra erkek gibi işler yaptığını hatta arkadaşlarının kendisine “erkek gibisin” dediklerini belirtmektedir. Kadınlar aileleri tarafından erkeksi olmaktan uzaklaştırıldıkça, kadınlar da erkek gibi olmanın bir zafer kazanmak, aileye karşı gelip kafa tutmak, belki de hor gördükleri, zayıf buldukları kadınlardan farklılaşmak, güçlü, üstün buldukları erkeklere benzemek üstünlük sağladıklarını düşünmektedirler. Ailelerden toplumsal cinsiyet rollerini edinen kadınlar, arkadaş

çevresinde

hakim

cinsiyet

rollerine

nasıl

karşı

çıkılabileceklerini

tartışmaktadırlar. Gülcan, Banu, Ebru ve Gülseren kabul günlerinde kadınlarla kocalarına nasıl ev iş yaptıracaklarını konuşmaktadırlar. Kocalarının da iş yapmalarını istediklerini

veya iş

yaptırdıklarını

anneleriyle paylaştıklarında

negatif tepki

alınmaktadırlar. Redjana annesine bulaşukları nişanlısının yıkadığını söyleyince annesi “sen nasıl kadınsın, utanmıyormusun” diye bir tepki almıştır. Diana (65)’nın annesi ise ailede kumanda (televizyon kumandası olarak ifade edilir ancak evin kurallarını belirleyen kişiyi hitap etmektedir) erkekte durması gerektiğini söylemiş ve Diana’nın eşinden daha çok bağırdığını, evin kurallarını onun koyduğunu; gerçekte tersinin olduğunu görünce “ben seni böyle mi yetiştirdim” diyerek küsmüştür. Evde kuralları erkeğin belirlediğini düşünmek, bunu bilmek bazı kadınlara güven vermektedir. Erkeğe saygı göstererek, o evin düzenine, erkeğin iktidar alanına ve yuvanın sağlamlığına saygı gösterdiklerini düşünmektedirler veya erkeğe böyle hissettirmek önemlidir; erkek iktidarın kendisinde olduğunu hissederse gerilim azalabilmekte, ancak kadın farkettirmeden ve hatta kendisi de farketmeden gündelik hayatın tüm kararlarını ve sorumluluklarını üstlenebilmektedir.

76

Elbette ki kadınlardan istenen, yapmaları gerekenler yukarıdakilerle sınırlı değildir. Bütün kadınlara ev işi öğretilmiştir, ev işlerini kadınların yapmaları gerektiği konusunda bilgilendirilmişlerdir. Ancak kadınlar “kadın istedikten sonra erkeğe herşeyi yaptırır” diyerek, ev işlerininde eşlerin de yardım ettiklerini ancak kadına daha çok yakıştığını belirmektedirler. Erkeklere/kocalara istediklerini yaptırmak için her kadın farklı strateji geliştirmiştir; Elif “bağırarak herşey yaptırılır”, Esma “ben yaparım demeyeceksin, azıcık ucundan sen de tutuver diyeceksin”, Mirela “erkekler konuşmaktan kaçındıkları için, sen dır-dır etmeye başlarsan yaparlar” demektedirler. Çoğu kadın ise tatlılıkla, cilveyle ve erkeğin zayıf noktasında yakaladığında (genellikle cinsel ilişki sırasında) söylenirse kadının geri çevirilmeyeceğini belirtmektedirler. Ev işinin erkeğe nazaran kadına daha çok yakıştığı düşüncesi, erkek ev işi yaparsa toplum gözündeki itabarını kaybetmesinden çok, kadının toplum gözünde “görevlerini yapmayan, annesi öğretmemiş, ev işlerini kocasına yaptıran (kötü) kadın” olarak görünmesinden gelmektedir. Dolayısıyla kadınlar eşlerine ufak tefek işleri yaptırsalar bile bunu toplumdan gizli tutmaya çalışmaktadırlar. Kadınların anlatılarına dayanarak, ailelerde biyolojik cinsiyetin konuşulması ihmal edilmekte veya bundan bilinçli olarak kaçınılmaktadır ancak toplumsal cinsiyet rollerinin aktarılması/belirlenmesi kaçınılmazdır. Arkadaşlık çevresinde ise tam tersi olmaktadır; biyolojik cinsiyet, ergenlikteki değişimler, cinsellik sorunları/detayları bilgi ve deneyimlere dayanarak aktarılmaktadır, toplumsal ciniyet rolleri ise genellikle kadınlar tarafından şikayet edilen bir konu olarak tartışılmaktadır. Kadınlar annelerinden, ablalarından ve etrafından gördüklerinin yanı sıra, ait oldukları toplumun

77

ideal kadını olmak için sözlü kültür ile kuşaktan kuşağa aktarılan sözler, gelenekler, normlar doğrultusunda eğitilmektedirler. Sözlü kültürün varlığı veya yokluğu mekan ile de ilişkilendirilmektedir. Yukarıda Blerta’nın kufördeki örneği anlatılmıştır. Sözlü kültürü etkileyen önemli nedenlerden biri ise yaşanılan mekan; apartman, villa, gecekondu vs. Kadınlar arası iletişimi etkileyen bu faktör, aynı zamanda sözlü iletişimin/kültürün toplumsal cinsiyet rolleri üzerindeki etkiyi de azaltmakta veya çoğaltmaktadır. Kadınlara yaşadıkları yerin diğer kadınlarla/komşularla ilişkilerini nasıl etkiledikleri sorulduğunda aşağıdaki gibi yanıtlar alınmıştır: Era apartman dairesinde yaşadığında küçük olduğunu ancak komşuluk ilişkilerini olumlu yönde etkileyebileceğini, müstakil evde yaşadığında komşuya gidememek için evden çıkıp sokakta yürümesinin bunu engelleyecek yeterli bir neden olduğunu söylemektedir. Dayısı ve anneannesi komşusu olmasına rağmen babası gereksiz zamanlarda sokağa çıkmasını istemediği için çoğu zaman gidemediğini üzülerek dile getirmektedir. Mirela, Elizabeta ve Anila da aynı şekilde; apartman dairsinde hiç yaşamamışlardır ancak etrafındaki evleri bir sokağın ayırması ve sokağın kenarında erkeklerle dolu bir kahvenin olması onları eve kapatmaktadır. Redjana ise apartman dairesinde yaşamak, tek çatının altında birçok oda olması gibi algı uyandırdığını ve bunun apartman sakinlerini birbirlerine bağladığına inanmaktadır. Redjana, Diana (ikisi komşudur), Viola, Zhaneta ve Mimoza sabah kalkıldığında dış kapının açıldığını, böylece komşunun her an gelebileceğini belirtmektedirler. Sabah kahvesi bir gün bir evde diğer gün bir evde içildiğini hatta yemek öğünlerinde bile ekmek birinden yemek birinden geldiğini ve bir evde toplanıp yemek yenmektedir. Yaş fark etmeksızın 78

kadınların ara katta toplanıp manikür pedikür günleri, fal günleri, ağda günleri, dedikodu günleri yaptıklarını belirtmektedirler. Bu toplanma günleri sözlü kültün zirvede olduğu günlerdir: herşey tartışılır, önerilerde bulunulur, çeşitli kadınlık rolleri belkide farkında olmaksızın belirlenir; manikür veya ağda yapmak gibi. Anlaşılan kadın bakımlı olmalı, tüysüz olmalı. Zyra kendi gençliğinde komşuluk ilişkilerin nerede olursa olsun sıkı olduğunu ve bunun bozulmasının “kötü zamanla” ilişkisi olduğundan emindir. “Bizim zamanımızda kız kaçırmak, laf atmak gibi şeyler yoktu. Dolayısıyla kadınlar bahçelerde, tarlalarda hatta yol kenarlarında toplanabilirlerdi. Şimdiki zamanda ise sokakta olmak ve bir çatının altında olmak arasında büyük bir fark vardır”. Marsela ise evlenmeden önceki apartmanda komşuluk ilişkilerin sıkı olduğunu ancak şimdi oturduğu apartamanda komşularla sadece asansörde bir dakikalık zamanda görüştüğünü belirtmektedir. Burada asansörün oluşu komşuluk ilişkilerini etkilemede tek bir neden olmasa bile, önemli bir ölçüde etkilediğini söylemek yanlış değildir. Zira Türk kadınları da bunu dile getirmektedirler. Elif, Ayşe, Damla, Esra, Berna ve Gülseren apartman dairelerinde komşuluk ilişkilerin neredeyse hiç olmadığını (ve dolayısıyla sözlü iletişimin olanaksız olduğunu) ancak yazlıkta bir aylık sürede komşularla bir aile gibi olduklarını belirtmektedirler. Arnavutluk örneklerinde “bir çatı altında olmak” önemli iken, Türkiye örneklerinde “bir bahçe içerisinde olmak” kadınlar arası bilgi paylaşımında öne çıkmaktadır. Kadınlar yazlıklarda toplandıklarında beraber yemek, dedikodu, ağda yapmaktadırlar. Berna yazlığa gidildiğinde kadınlarla sosyalleşmek için yeterince boş vaktin olduğunu, Hatice ise günlük hayatta çalışıyor olmanın kadınları birbirlerinden uzaklaştırdığını belirtmektedirler. Banu gecekonduda yaşarken kadınlarla bahçede 79

toplanıldığını apartmanda ise neredeyse kimseyle görüşmediğini belirtmektedir. Ebru da aynı değişiklikten bahseder: köydeyken annesinin diğer kadınlarla sürekli toplandığını, mantı, tarhana yaptıklarını ancak apartaman dairesinde asansörde karşılaştıkları dışında kismeyi tanımadığını belirtmektedir. Kadınlar diğer kadınlarla günlerde görüştüklerini, beraber yediklerini ve dertleştiklerini belirtmektedirler. Kız çocukları yanlarından uzaklaştırılsa bile, Hatice, Elif, Ebru, Damla, Esra, Esma, vd. çocukken kadınlardan adetten bahsedildiğini ancak “adet, regl” gibi kelimelerle değil, “hala” koduyla anıldığını belirtmektedirler. Banu, Gülcan, Gülseren, Hatice “gün” bittikten sonraki kaçınılmaz dedikodunun altını çizmektedirler. Onlara göre kadınlar gelir, yerler, dertleşirlen, gayet de mutlu ayrılırlar ancak evden çıkıldıktan sonra birbirlerini gördükleri ilk fırsatta ev sahibinin dedikodusunu yaparlar. “İyi pişirmemiş, iyi temizlememiş, iyi giyinmemiş, az yapmış” gibi ifardeler her günden sonra kullanılmaktadırlar. Arnavutluk kadınları arasında iletişimin ara katlarda gerçekleştiğini, Türk kadınlarında ise yapılan “gün”lerde iletişimin uç noktalarda gerçekleştiğini görmekteyiz. Yukarıda mekanın kadınlar arası iletişimi nasıl etkilediği görülmüştür; Arnavut kadınları apartmanın, Türk kadınları ise müstakil evlerin komşuluk ilişkilerini güçlendirdiğini belirtmektedirler. Diğer yanda, komşuluk ilişkilerini olumsuz etkileyen bir önemli faktör daha vardır: televizyon. Yabancı diziler, filmler, programlar izleyicileri etkilemektedir. Örneğin Amerika’daki moda programları Arnavutluk veya Türkiye kadın izleyicilerini kıyafet, saç modeli, makyaj gibi konularda etkilemektedir. Bu durumda kadınlar arasındaki yüzyüze iletişim ve aynı zamanda sözlü kültür en aza indirgenmektedir. Kadınlar arası iletişimin zayıflaması sözlü kültürün kayboluşunu da 80

beraberinde getirmektedir. Özellikle Türk kadınlara komşuluk ilişkilerin neden bozulmuş olabileceği sorulunca, iki unsur öne çıkmaktadır. Birincisi, her akşam dizi izlendiği ve komşuya gidildiğinde onunla dizi izlemek zorunda kalındığı, hatta reklam aralarında bile dizi üzerinde tartışılıyor olması, komşu ile ilişkiler zayıflamaktadır. İkincisi, Hatice’nin belirttiği gibi, çalışıyor olmak, akşam eve gelindiğinde geri kalan zamanını yemek yapmak bulaşıklar yıkamak gibi işlerle değerlendirmek komşuluk ilişkilerini negatif olarak etkilemektedir. Aynı şeyi Deniz, Berna, Gülseren ve Esma da belirtmektedir. Arnavutluk’ta ise dizilerin, evlenme veya diğer kadın programların yaygın olmayışı ve çalışan kadınların da çalışma saatleri Türkiye’ye göre kısa olmaları (Arnavutluk mesai saatleri: 08.00-14.00) yemek ve temizlikten geri kalan zaman komşulara/arkadaşlara sarf edilmektedir. Modernleşmenin (kapitalist hayat, teknoloji gibi diğer unsurlar) beraberinde getirdiği internetin daha yeni evlere yaygınlaşmasıyla kadınlar tarafından fazla kullanılmadığını görmekteyiz. Era ve Elif internete anneleri veya başka bir büyüğün kontrolü altında girdiklerini, Ayşe ve Redjana ödev yapmak için, Damla ve Berna haberleşmek için, Esra yemek tarifleri için ve Blerta yeni saç modellerini takip etmek için internet kullandıklarını belirtmektedirler. Geleneklerin sözlü kültür aracılığıyla kuşaktan kuşağa, anneden kıza aktarıldığı konusuna yukarıda değinilmiştir. Ancak modernizmin getirdiği yenilikler, modern olma/modayı takip etme gibi konuların ise kız çocuklarından anneye aktarılmasını beraberinde

getirmiştir.

Arnavut

kadınları

bu

konu

üzerindeki

iddiayı

pekiştirmektedirler: Redjana annesinin ne giymesi gerektiği, yeni sezon renklerinin ne olduğunu, saçını ne renk boyayabileceği gibi önerilerde bulunmaktadır kendisine. Era ise annesi ile aynı beden giydikleri için kıyafetleri değiş tokuş ettiklerini, annesinin 81

saçını düzleştirdiğini, makyajını yaptığını belirtmektedir. Annesi Viola kızının dediklerine katılmaktadır; Viola kızı sayesinde gençleştiğini ve güzelleştiğini ifade etmektedir. Anila kızının kendisine sürekli “anne, arkadaşlarımın anneleri topuklu ayakkabı giyiyorlar, sen de giy” dediğini, Marsela ise kız çocuğun anne için herşeyi paylaşabileceği, çok öğreneceği bir arkadaş olduğunu belirtmektedir. Blerta birçok yeni saç modellerini ve modayı kızından öğrendiğini, Mimoza ve Diana giyim ve bakım konularında kendilerini kızına/kızlarına bıraktıklarını, Zhaneta ise kızının internet ve dergilerden öğrendiği yeni örgü modellerini kendisine de öğrettiği belirtmektedir. Kadınlar kızlarıyla alışverişe çıktıklarını, kızlarının saçlarını boyadıklarını, manikür pedikür yaptıklarını ve diğer bütün bakım/giyim yöntemlerini modasına göre öğrettiklerini gururla dile getirmektedirler. Türk kadınlarında ise anne-kız ilişkisi Arnavutluk’a göre ters bir ilişkidir; Hatice kendi kızının olmamasına rağmen, kız çocuğu olan arkadaşlarına bakarak annelerin kızlarına kötü örnek olabileceklerini düşündükleri için kendilerini birçok şeyde kısıtladıklarını ifade etmektedir. Gülseren de kızının büyüdüğünden beri kendine bir “çekidüzen” verdiğini ve kızını çok kısıtladığını belirtmektedir. Esma ve Deniz kız çocuğunun yeri annesinin yanı olduğunu, görevi ise anneyi taklit etmek/örnek almak olduğu için, anne hareketlerine, söylediklerine, giydiklerine dikkat etmektedir; anne makyaj yaparsa kız da yapacaktır, anne kapanırsa (başörtü takarsa) kızı da kapanacaktır. Banu ise kızlarına yanlışı doğruyu öğretebilmek için onlarla arkadaş olma yolunu seçtiğini, böylece kızları onunla herşeyi paylaşabileceklerini ve anne herşeyi bildikten sonra yönlendirebileceğini belirtmektedir. Kadınlar erkek - kız evladının sevgi açısından bir fark olmadığını ancak erkek çocuklarının kız çocuklara göre daha özgür olduklarını, kızların ise daha kontrol altında 82

tutulması gerektiğine, bunu başarabilmek için ise annenin örnek olması yettiğine inanmaktadırlar. Görüşme yaptığımız az sayıdaki kadınlar, Arnavut kız anneleri kızları sayesinde yeni şeyler öğrendiklerini ve onlarla birlikte özgürleştiklerini hissetmektedirler. Aynı şekilde Türk kız anneleri de kızlarından moda, giyim, makyaj gibi yeni şeyleri öğrenmektedirler ancak görüşülen kadınlar kızlarının yanında daha kontrolcü davranmaya çalıştıklarını belirtmişlerdir. Belki de bunun önemli bir nedeni, Arnavut anneleri veya kadınları Enver Hoxha zamanında fazlasıyla toplumsal ve rejim baskı altında kaldıkları için artık kızları sayesinde özgürlük arayışındalar. Görüştüğümüz Türkiyeli annelerin çoğu ise, “hayırlı kız çocuğu” yetiştiren annelerin Cennetlik olduğuna inanarak, kızlarını kontrol altına tutmaya çalışırlarken, kendileri de kontrulcü davranmaktadırlar.

3.4.DİN BİLGİLERİNİN TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Türkiye’den görüştüğümüz 12 kadının büyük bir kısmı dini bilgilere sahip olan kadınlardır

ve

cinsellik,

temizlik,

evlilik

gibi

birçok

konular

din

ile

ilişkilendirmektedirler. Örneğin; Ebru, Hatice, Gülcan, Banu ve Esma evlililik dışı cinsel ilişkiye haram olduğu için karşı çıkmaktadırlar. Anneleri, evlenmeden cinsel ilişkiye giren kadınları “Allah’ın cezalandırdığını” öğretmişlerdir. Evlendikten sonra da, eşi ile olan ilişkilerinin Allah katında kabul görülmesi için imami nikahın kıyılması gerektiğini

83

belirtmişlerdir. İmami nikah kıyılmadan dünyaya gelen çocuklar da dinen “hayırsız” olarak adlandırıldığını birçok kadın söylemiştir. İmami nikah kıyıldıktan sonra, kadın eşinin her dediğini yapmak zorunda; erkek de öyle ancak kadınların birçoğu erkeklerin dini sorumluluklardan muhaf olurcasına, yapmaları gerekenleri yapmadıklarını belirtmişlerdir. Dine göre, kadının en önemli görevlerinden biri eşini cinsel anlamda tatmin etmek olduğu belirtmekte Ebru ve Hatice. Aynı zamanda Hatice bir sohbet sırasında Cehennemin en alt katında eşinin cinsel ihtiyaçlarını gidermeyen kadının bulunduğu, o kadınların şeytandan bile daha fazla cezalandırıldığını söylemişti. Cinsel ilişkiden sonra kadının ve erkeğin gusül alması gerekmektedir, aksi halde o kişi “kirli” sayılmaktadır. Hatice, cinsel ilişkiden sonra bir vakit namaz geçmeden boy abdesti alınması gerektiğini belirtmektedir. Ona göre, boy abdesti erkeğin cinsel organını gördüğün anda bozulmaktadır. Hülya ise, cinsel ilişkiden sonra boy abdesti veya gusül alması gerektiğini, eşinin bir akrabasından daha ilk cinsel ilişkiyi yaşadığında öğrenmişti. Aynı şekilde, adet döneminden sonra kadının boy abdesti alması gerekmektedir. Ancak eğer adet dönemi on günden fazla sürer ise, onbirinci gün kanama olsa dair gusül alıp dini ibadetlerin devam edilmesi gerekmektedir. Başörtülü olan Ebru, Gülcan ve Esma’ya kadının bir erkek tarafından görülmesi haram olduğunu ve örtünmesi dinen gerekli – “farz” olduğunu aileleri tarafından öğretilmiştir. Bir kadın adet görmeye başladığında dini ibadetlerden sorumlu tutulur; oruç tutmak, namaz kılmak, örtünmek gibi dini ritüeller farz olmaya başlar. Anneleri kızlarını küçüklükten beri bu ibadetlere alıştırmaya başlarlar. Temiz olmaları için ise, “temizlik imanın yarısıdır” demektedirler. Genital bölgede olan tüylerin bir arpa boyunu

84

geçmemesi, kaşların ise bir kadının eşi istemediği sürece alınmaması gerektiğini birçok kadın belirtmektedir. Temizlik yaparak, eşinin cinsel gereksinimlerini gidererek, bir dediğini iki etmeyerek, hayırlı evlat yetiştirerek ve diğer insanların hakkına girmeyerek Cennet neredeyse garantidir. Kadınlar sonunda Cennet ile “ödüllendirilecekleri” için, belki de dişlerini sıkarak bu görevleri yerlerine getirmektedirler. Peki, Cennetin varlığını bile bilmeyen kadınlar bu işleri yapmıyorlar mı; ya da ne ile avunuyorlar? Elbetteki toplum dine bağlamazsa, kadına hakim toplumsal cinsiyet rollerini yükleyebilmek için tutunacak bir dal bulur. Görüştüğümüz Arnavut kadınların dini bilgileri olmadığı açıklanmıştı, ancak dini bilgilerinin olmayışı bu kadınların belli görevleri olmadığı anlamına gelmez. Zhaneta, Mimoza, Viola ve diğer kadınlar temiz olmaları için annelerin hastalık ile korkuttuklarını belirtmişlerdir. Kızlarını temizliğe alıştırmak için annelerin kullandıkları bir diğer yöntem ise toplumun, komşuların veya misafirin dedikodusudur; Türk anneleri “Allah cezalandırır” derlerken, Arnavut anneleri “komşular güler, rezil olursun” demektedirler. Cinsel ilişkiden sonra Türkiyeli kadınlar öncellikle din gereği gusül almaktadırlar, Arnavut kadınlar ise enfeksiyon kapmamaları için cinsel ilişkiden sonra yıkandıklarını belirtmektedirler ancak, cinsel ilişkiden sonraki temizlikten ziyade, cinsel ilişkiden önceki temizliğe önem verilmektedir. Zyra kadının yatağa girmeden önce yıkanması gerektiğini ve sıkça tüylerini temizlemesi gerektiğini belirtmektedir. Bunun altında yatan neden, eşinin tatminidir, kadının arzulanır olmasıdır. Burada yine kadının eşinini tatmin etme “görevi” ortaya çıkmaktadır. Evlilik dışı veya evlilik öncesi cinsel ilişki ise kadının evliliğine veya evde kalmasına bağlanmaktadır; Viola, Zhaneta, Blerta

85

vd., bakireliğini kaybederlerse evde kalabileceklerini annelerinden veya ablalarından öğrendiklerini belirtmektedirler. Eşini cinsel anlamda tatmin etmenin veya bir dediğini iki etmemenin ödülü Cennet olmazsa bile, mutlu bir evliliktir; kadınlar bu beklenti ile bir avunma şekli üretmişlerdir. Kaşın alınmaması veya kadının makyaj yapmaması için, görüştüğümüz Türk kadınların bir kısmı dine veya kocanın isteğine bağlarlarken, Arnavut kadınları düğüne bağlamaktadırlar. Şöyle ki, görüştüğüm kadınların yanısıra, benim de annem küçük iken böyle derdi; “Evlendiğinde güzel bir gelin olabilmen için değişikliğe ihtiyacın olacaktır. Şimdiden kaşını alıp, gelin gibi makyaj yaparsan en mutlu gününde o güzelliğinden yoksun kalacaksın”. Elizabeta’nın annesi ise, abartılı makyajı üzerinde böyle bir yorum yapmış: “İnsanlar seni evli olduğunu düşünüp, gelin olarak istemeyecekler ve evde kalacaksın”. Görüldüğü üzere, eğer işin ucunda din yok ise, anneler veya toplum kadınlara belli kadınlık rollerini yüklemek için işi sağlığa, evliliğe, dedikoduya, eve kalmaya gibi konulara bağlamaktadırlar.

4. BÖLÜM: ARNAVUTLUK VE TÜRKİYE’NİN KADINLIK ROLLERİ BAKIMINDAN KARŞILAŞTIRILMASI

Araştırmaya katılan kadınlar Kuşak Farkı, Sınıf Farkı ve Eğitim Deneyimi Farkına

göre

sınıflandırılmışlardır. Bu sınıflandırmalardaki

kadınlık rollerinin

belirlenmesi ve aktarılmasındaki fark ve benzerliklerinde değinmeden önce, her bir

86

kadının anlatılarına dayanarak kadınlık rollerinin nasıl belirlendiği ve aktarıldığı bakılacaktır.

4.1.KADINLARIN KADINLIK ROLLERİNİN BELİRLENMESİ Era yaşadığı topluma göre ideal kadını böyle belirtmektedir: ideal kadın ev işi yapmalı,

bakımlı

olmalı,

düzgün

(yıkanmış,

ütülü)

kıyafetler

giymeli,

annesinin/babasının veya eşinin sözünden çıkmamalı, sessiz; sesini yükseltmemeli ancak cilveleriyle, tatlılığıyla kendini herkese sevdirmeli ve istediğini böyle kopartmalı. Kadın toplumda “savaşları” durduran ve ihtiyaçları karşılayan bir rol oynamalıdır. Annesi ve babası Era’ya erkeklerle arkadaşlık etmesini ancak sınırları belirlemesi gerektiğini öğretmişlerdir. Bir erkek ile arkadaşlık edinmenin şartları veya sınırları ise böyledir: Arkadaşlık ettiği erkek sınıfından olmalı, böylece kendisini iyi tanıyor olmalı, tek başına olmamak şartıyla (kız ve erkeklerden oluşan bir grupta) oynayabilir, dışarıya çıkabilir (şehirdışı olmamak şartıyla), ancak bir erkeğin evine gitmemeli. Era erkek kardeşinden sorumlu; onu da eğitmeli ve kıyafetleriyle ilgilenmeli. Bu normları/kadınlık rollerini Era’ya annesi aktarmaktadır. Her akşam uyumadan önce aralarında bir saatlik sohbetleri olduğunu, bu süre içerisinde annesi “mutlu yaşamanın sırlarını” anlattığını ve bu sayede toplumdan kadınlığıyla ilgili hiç eleştiri almadığını belirtmektedir Era. Mirela (20) kadının ev işi yapması gerektiğini belirtmştir; ideal kadın her türlü yemek yapmayı, temizlik, örgü gibi işleri bilmeli. Bunun yanısıra sessiz olmalı, başını öne eğmeli, topluma davranışlarıyla örnek olmalı, tartışma, gerginlik gibi durumularda

87

barıştırıcı bir rol oynamalı. Kadının toplumdaki rolü, kendini en iyi şekilde ifade etmek, davranışlarıyla örnek olmak, başkasının işine karışmamaktır. Mirela bütün bu normları/rolleri annesinden öğrenmiştir ve annesinin kendisine öğrettiği gibi, Mirela kız kardeşine de öğretmelidir. Kadın okumuş olmalı, kendini ezdirmemeli ve aileye maddi destekte bulunmalı. Mirela eşinin izin verdiği sürece kadın erkek farketmeksızın arkadaşlarıya dışarıya çıkabilir ancak annesine göre kadının en iyi yetiştirilebileceği yer ailedir, arkadaşlık çevresi değildir. Zira (annesine göre) arkadaşlık çevresinin her zaman aileye karşı davranışları olmaktadır. Redjana kendi kadınlık rollerini şöyle tarif etmektedir: kadın bilgili, bakımlı, çalışkan, kendinden emin, her işten anlayan, her işi yapabilen “geniş kapsamlı” olmalı. İyi bir kadın olmak için “iyi kadınlardan” örnek alınmalı. Örneğin, Redjana’nın annesi her şeye “hayır” diyen, her şeyi sinirlilik ile halleden büyük ablasını değil, bütün işleri tatlılıkla, itiraz etmeden yapan ve dolayısıyla çok sevilen küçük ablasını örnek almasını söylemiştir. Böylece sevildiğin için, kimse kötülük yapmaz. Bu durumda, sesini çıkarmadan her işi yapan ancak tatlılıkla kendini ezdirmeyen kadın, ideal kadındır. Annesinin yanısıra, Redjana’nın kadınlık rollerinin belirlenmesinde hep yanında olan küçük ablası ve teyzesi etkilemiştir. Radjana (24)’nın ailesi erkeklerle arkadaşlık etmesini daima desteklemiştir; öyle ki kız arkadaşlarından çok erkek arkadaşları vardır. Erkeklere karşı tutumun nasıl olması gerektiğini, erkeklerin nelerden hoşlanıp hoşlanmadıklarını ise evini temizlediği kadın öğretmiştir. Anila’nın kadınlık rolünde de birçok kadın gibi annesi etkili olmuştur; tek kız çocuğu olan Anila, erkek kardeşlerine rağmen kendisini sadece annesi eğitiğini

88

belirtmektedir. Diğer kadınlardan farksız olarak, Anila’ya da kendisini ezdirmemsi öğretilmiştir; kadının görevi/ideal kadın bir yanıyla büyüklere, eşinin ailesine saygı duymalı ancak bunu kendisine kötülük edilmeyecek şekilde yapmalı. Anila ailenin gelini olarak kaynanasına yardım etmeli, hasta babaanneye bakmalı, çalışmalı ve çocuğunu yetiştirmeli. Eşi ile olan sorunlarını kimseye bildirmemeli ve başkalarından duyduklarının dedikodusunu yapmamalı. Anila evlendikten sonra eşinin halası çocuk bakımı, yemek, nasıl davranması gerektiği gibi birçok şeyi öğretmekte, aynı zamanda kendini kayın pedere ve kayın biraderlere kendisini ezdirmemesi ve kullandırmamasını söylemekte. Marsela kız çocuklarının en büyüğü olarak anneye kardeşlerine göre daha yakın olduğunu ve kardeşlerine “annelik” yapmakla yükümlü olduğu için annesine örnek almak gerektiğini belirtmektedir. Marsela olması gerektiğinden farklı olduğu için toplumda ve ailede her zaman sorun yaşadığını belirtmektedir. Buradaki “olması gerektiğinden farklı”, kadının tatlı dilli olması gerekirken Marsela herkese çok sert davrandığını, kendi doğru bildiğini yaptığını ve eşinin şiddetine boşanmak yerine şiddetle karşılık verdiği kastedilmektedir. Oysa Marsela’nın ideal bir kadın olması için diğer kadınlar gibi barıştırıcı/mutluluğu sağlayan bir rol oynaması gerekmektedir. Elizabeta’ya göre toplumun ideal kadını çalışkan, sessiz, bakımlı olmalıdır. Elizabeta’ya kadınlığa (yaşadığı toplumun ideal kadınına) dair bilgileri ablası vermiştir; ev işi, dikiş nakış, davranışlar, gelin olarak görevler vs. Kadın ev işi yapmalı, sesini yükselmemeli, “kaleyi içerden fethetmeli”, dürüst, sadık olmalı. Gelecekte iyi bir kadın olabilmek için ise annesinin evde çok iş yaptırdığını belirtmektedir. İşe alışkın olmayan

89

kadın (ablasına göre) kocaya gittiğinde evi evirip çeviremez, yönetemez. Bu bağlamda kadının evi yönetmek görevi ile karşı karşıyayız. Blerta ise kadının toplumdaki en önemli rolü çocukları en iyi şekilde yetiştirmektir. Bunun yanısıra, ev işi, çalışarak aileye maddi destekte bulunmak, başını eğmek, kaynanaya karşı gelmemek gibi davranışlar ideal kadını oluşturmaktadır. Blerta annesinden birşey öğrenmediğini ancak kaynanası ile ilişkisi ona herşeyi öğrettiğini belirtmektedir. Kaynanasıyla iyi anlaşabilmek adına Blerta orta yolu bulana kadar çok uğraştığını, ve kaynanasının kendisinden istediği bütün işleri yapmanın yanısıra maddi desteğin de sağlanacağı bir işte çalıştığını söylemektedir. Viola kadının birçok rolü olduğunu, ancak en önemlisi kocanı mutlu etmek olduğunu belirtmektedir. Zira eşi mutlu olan bir kadın, evlilik hayatında kendisi de mutlu olur. Eşini mutlu etmenin yolu ise cinsel ilişkinin yanısıra kadının konuşmadavranış şekli ile ilgilidir; kadın kendinden emin olmalı ancak bunu erkeğe yansıtmamalıdır. Viola’ya birçok öğütü annesi ve ablalarından biri vermiştir; annesi (Zyra) kendisine hep “bir kulağını sağır, bir gözünü kör et” diyerek, ne olursa olsun “olmamış” gibi yapmasını demek istemektedir. Bu bağlamda, kadının “sorunları örten” bir rolü vardır. Zhaneta ise kadının farklı mekanlarda farklı rolleri olması gerektiğini belirtmektedir. Ona göre ideal kadın, eşi için her istediğini yapan bir eş, çocukları için her ihtiyacı karşılayan bir anne, kaynanası için sesi çıkmadan her işi yapan bir gelin, annesi için her sözünü dinleyen bir kız çocuğu olmalı. Bu bilgiler doğrultusunda kadının

90

farklı mekanlarda/toplumlarda farklı kadınlık rolleri olduğunu; kadınlık rollerinin inşaasında bireyin kendisi (bu durumda Zhaneta’nın) pasif, çevresindekilerin ise aktif olduğu görülmektedir. Mimoza da Zhaneta gibi düşünmektedir; kadının bulunduğu ortama göre farklı görevlerin olduğunu belirtmektedir; mutfakta iyi bir aşçı, ev temizliğinde iyi bir temizlikçi, çocuklarıyla iyi bir anne, arkadaşlık çevresinde sohbeti güzel, dedikodu yapmayan, kutlamalarda bakımlı bir kadın olmalıdır. Mimoza’ya bütün bunları hayatın öğrettiğini düşünmektedir, zira annenin öğrettikleri her yerde işlemeyebilir; annesi kendisine sadece iş yapmayı ve susmayı öğrettiğini belirmektedir. Diana annesinin eğitiklerine göre kadının sessiz, sakin, emir alan olması gerektiğini, ancak Diana durumların iletişim içerisinde bulunduğun kişilere göre değişmesi gerektiğini söylemektedir; eğer Diana kocasını yönlendirmeseydi kocası “kılı tereyağından çekemezdi”, evi yönetemezdi. Annesi kadının “yönlendirilen” olmak zorunda olduğunu dilese bile, Diana kadının “eşini tamamlayıcı” olması gerektiğini belirtmektedir. Zyra annesiyle sıkkı bir ilişkisi olduğunu ve annesinin her durumda kendisine ne yapması gerektiğini öğretmiştir; burada genç kadının sorumlulukarı, evli kadının sorumlulukları, annenin görevleri vs. kastedilmektedir; genç kadın dedikodu yapmamalı, (erkek veya kadın) arkadaşlarıyla oynayabilir ancak onlardan örnek almamalı, evli kadın eşinin sözünü dinlemeli, eş ne isterse istesin onu yapmalı, çocuklarıyla ise eğitici, örnek bir anne olmalı. Kadın eşinden yardım istemeksızın ev işi yapmalı ancak eşi tarla,

91

hayvancılık gibi işlerde yardım istediği sürece ona yardım etmeli. Burada da kadının erkeği tamamlayıcı bir rol ortaya çıkmaktadır. Genel olarak Arnavut kadının ortak kadınlık rolleri aşağıdaki gibidir; Ev işlerini kadın yapmalı, çocuk bakımıyla kadın ilgilenmeli, kadın kendini ezdirmemek suretiyle sesini yükseltmemeli, görevlerini itiraz etmemeli. Birçok kadının “kendini ezdirmemek” deyimiyle karşılaşılmıştır. Burada kastedilen, fiziksel şiddet; aileler kızlarını eşinden şiddet gördüklerinde katlanmamalarını, şiddet görme durumunda ailelerin onları kollayacaklarını ifade etmektedirler. Aileler kızlarına (kadına) geleneksel kadınlık rollerini yüklemede/empoze etmede geri kalmamaktadır, ancak bir yandan da üzülmelerini istememektedirler; kızlarının (kadının) üzülmemesi ve ezilmemesi için çeşitli yöntemler geliştirmektedirler, her daim yanlarında bulunacakların güvencesini sağlamaktadırlar. Türkiye’den araştırmaya katılan bazı evli kadınların aileleri kurulmuş bir yuvayı yıkmamak için bazen kadının kocasından şiddet görmesi olası bir durum olarak karşılanabileceğini belirtmektedirler. Elif’in annesi ve ablası olmadığı için en büyük görevi kardeşine bakmaktır. Bunun yanısıra, yaşça küçük olmasına rağmen evin temizliği, yemek, ütü yapak da Elif’in görevleridir. Annesi vefat ettikten sonra babasına yardım etmek adına bu işleri yaparken, boy atmaya başladığında bütün ev işlerinden sorumlu olmaya/tutulmaya başlamıştır. Elif’e ne yapması ve yapmaması gerektiğini babası öğretmektedir; babası hep “iyi kızların erkek arkadaşları olmaz, iyi kızlar yüksek sesle konuşmaz” demektedir. Elif oturuşu-kalkışı, terbiyesiyle, dini bilgileriyle kardeşine örnek olmak “zorundadır”.

92

Babasının yanısıra, toplumda “iyi kadın” konumunda olması için halası, teyzesi ve anneannesi

katkıda

bulunmaktadır.

Onlar

Elif’e

erkeklere

nasıl

davranması/

davranmaması gerektiğini, nasıl giyinmesi gerektiğini, dini ve (tüylenme, menstruasyon, kızlık zarı gibi) cinsel bilgiler vermektedirler. Elif bir yandan ev işi, kardeşin bakımı gibi genellikle kadının görevi olarak görülen işlerden sorumlu, öte yandan babası, teyzesi vd. “öksüze herkes vurur” diyerek, aile dışındakilerin zarar verememeleri için erkek gibi olması gerektiğini belirtmektedir; zira erkeğe güçlü sıfatı atfedilmiştir. Ayşe de diğer kadınlardan farksız; ev işlerinden sorumludur. Bu konuda Ayşe’yi kimse sözel olarak uyarmamıştır, bunu Ayşe annesi ve ablasıyla olan yaş farkına bağlasa bile, anneleri ile yaş farkı az olan diğer kadınlar da annelerin sözel olarak birşey belirtmediklerini ancak onlar kendileri iş yapmaları gerektiğinin farkında olmuşlardır. Ayşe’nin diğer görevleri/sorumlulukları çok konuşmamak, kimseye (özellikle erkeklere) güvenmemek, yürürken dikkat çekmemek. Bu “huyları” ablasına bakaraktan aldığını belirmektedir Ayşe. Ona göre toplumda sevilen biri olmanın tek yolu, topluma uymaktır; kendi mutluluğun önemi yoktur. Kadının en önemli görevlerinden bir tanesi “anne olmaktır”. Ayşe kilolu olduğu için annesinin sürekli “kilolu kadınlarda hamile kalma ve çocuk doğurma zordur, yarın bir gün anne olacaksan kilo vermen gerekir” diyerek, kilo vermek zor ve zaman zaman sağlıksız/riskli olmasına rağmen ona kadının “anne” (doğurgan) rolüyle bağdaştırıldığını yansıtmaktadır. Ebru ablasının ve annesinin görsel ve sözel uğraşı üzerinde olması gerektiği gibi bir kadın olduğunu belirtmektedir. Olması gereken kadın, eşinin sözünü dinleyen, çocuklarına bakan ve özellikle dini yönden yetiştiren, evi idare ettirecek/evin maddi

93

durumuna göre aileyi doyuracak şekilde yemek yapan (örneğin, ekmeği satın almak yerine daha aza mâl olduğu için ekmeği kendin yapmak, ancak yine evin parası/ “cüzdan” evin reisi olan erkeğin elinde olacaktır), kocasını cinsel anlamda tatmin eden, kaynanasıyla iyi geçinen (burada iyi geçinmenin yolu kaynanaya karşı gelmemek, ev işlerini kaynanaya bırakmamak gibi), evin/ailenin dertlerini “dört duvar içinde muhavaza eden” ideal bir kadındır. Burada Ebru’nun mutluluğu/mutsuzluğu kimse tarafından önemsenmemektedir; zira Ebru eşinden birçok defa duygusal (aldatılma) ve fiziksel şiddet nedeniyle boşanmak istemiştir, ancak ailesi “bizim evden gelinlikle çıktın, ancak kefenle girersin” demektedir. Damla ve Esra (kuzen oldukları yukarıda belirtilmiştir) kendilerini diğer Türk kadınlarından farklı olduklarını daima belirtmişlerdir. Ancak bu demek değildir ki onların “kadınlık rolleri” yoktur. Zira Esra’nın erkek kardeşi kendisi eve para getirmekle yükümlü iken, Esra ve kuzeninden evin temizliğini, yemeği, işten geldiğinde sıcak çayı, kıyafetlerin yıkanması/ütüsünden sorumlu tutmaktadır. Bir diğer rol ise, Damla ve Esra’nın anneleri tarafından kadına “doğurgan” rolünü atfetmeleridir; Esra’nın annesi Esra daha genç iken çeyizini hazırlamıştı, ve Esra’nın evlenmek istemediğini anlayınca “kadın anne olmadıktan sonra ne işe yarar” demiştir. Özge de öyle, bir erkek arkadaş edindiğinde annesi “evlenebileceğin biri mi?” diye sormaktadır. Kadın-erkek ilişkilerine ailelerin hiç karşı çıkmadıklarını belirten iki kuzen, bunun kuşaklardır büyük şehirde bulunmalarının bir sonucu olduğu düşünülmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Damla ve Esra ailelerin giydikleri kıyafetlere karışmadıklarını, ancak Esra açık giyinmenin “güzellik/seksilikten” ziyade “teşhircilik” olduğunu savunmuştu. Yaşanılan topluma

94

göre “açık” sayılan kıyafetin “teşhircilik” olduğunu bakışlarıyla, sözleriyle yansıtan bizzat toplumdur; bu davranışlardan rahatsız olan kadın, ona kimsenin “giyme” dememesine rağmen toplumun davranışsal baskısı üzerinde “bana kimse karışmaz, ben kendim bunu giymekten hoşlanmıyorum” demektedir. Kadının “doğurgan” rolü Berna’da da karşımıza çıkmaktadır; annesi Gülseren (Berna’ya göre) çok tutucu olmasına rağmen, Berna’ya “kimden olursa olsun, yeter ki bir çocuk doğur” demektedir. Berna’nın annesine göre kadının temizlik yapmak, yemek yapmak, (başörtülü) kapanmak, alkol-sigara içmemek, gece dışarıya çıkmamak ve sayısızca diğer görevlerin/sorumlulukların olduğunu ancak annesinin bütün dediklerinin tersini yaptığını belirtmektedir. “Kadın balık gibidir, çok gevşek bırakırsan elinden düşer, çok sıkarsan da elinden kayarak fırlar” deyimini kullanarak, Berna’nın aşırı baskı yüzünden “olması gerektiğinin tersi” bir kadın olduğu anlaşılmaktadır. Deniz’in kadınlık rollerinin belirlenmesinde evde annesi, dışarıda/toplum içerisinde babası ve abisi etki etmiştir; annesinin ev işleri-yemek, temizlik, ütü, çocuk bakımından sorumlu olduğunu görünce, öğrenmesi için söze gerek kalmadığını, dışarıdaki davranışlarını, gittiği yerlere, arkadaşlık ettiği diğer kadınların nasıl kadın olduklarını analiz etmekle abisi yükümlü olduğunu ve abisinin bir memnuniyetsizliği olduğunda yine söze gerek kalmadığını; bunları öğretmek için bağırıp çağırmaya gerek duyulduğunu belirtmektedir. Eşi ile severek evlendiği için boşanma durumunda ailesine açıklama zorunluluğu hissettiğini, ailesinin bir yanda “erkek adam içer, kadın evde oturup bekler” diğer yanda “alkolün haram olduğu” belirtilirken kadını erkekten ayrıştıran bir çelişki söz konusudur; erkeğe dini yasaklar dair herşey serbest, kadın ise

95

toplumun beklentileri ve dini ritüellerden sorumludur. Deniz (ve diğer kadınlar) bu konuda bir deyim dile getirmişlerdir; “Alkol, gece dışarıya çıkmak, ikili ilişkiler söz konusu olduğunda, erkek yapınca ‘aslan oğlum’ kadın yapınca ‘namuzsuz kızım’ derler” Hatice’nin kadınlık rolleri de çoğu kadınlarınkinden kayda değer farklılık göstermemektedir; temizlik, yemek pişirmek, çamaşırların temizliği, çocukların eğitimi, yetiştirilmesi ve ilgilenmesi kadının işidir. Kadın kocasına karşı boyun eğmeli, (din gereği) kocasını cinsel olarak daima tatmin etmeli, kadın zorunda olmadığı sürece dışarıya çıkmamalı. Yeni evli iken eşinden şiddet gören Hatice, bunu paylaştığı arkadaşların normal birşey olarak algıladıklarını ve annesinin “kocan değil mi, hem sever hem döver” dediğini belirtmektedir. Yukarıda (Zhaneta ve Mimoza’nın kadınlık rollerinde) kadının “çok yönlü” olması istendiği anlatılmıştır. Gülcan ise kadının ister istemez çok yönlü olduğunu; çocukları için anne, kocası için eş, işte çalışan vs. ancak rolü ne olursa olsun tek bir kişilikten bahsedilir: “falan kişinin karısı”. Bu bağlamda, kadın bağımlı bir kişiliğe sahiptir, kendi değildir, kendini temsil etmeyen pasif bir bireydir. Birçok kadın gibi Gülcan da annesinden görerek/annesini örnek alarak ev işlerin kadına “ait” olduğunu, işlerin ve yemeğin nasıl yapılacağını, çocukların bakımından annenin sorumlu olduğunu, eşine karşı boynunu bükmesi gerektiğini öğrenmiştir. Gülcan eşinden şiddet görmediği için çok şanslı olduğunu, bazı kadınların kocaların “bir dediğini iki etmemelerine” rağmen üstüne fiziksel şiddet gördüklerini belirtmektedir.

96

Banu ailesi tarafından algıladığı kadarıyla kadını böyle tanımlamaktadır; “Kadın işini de yapacak, sopayı da yiyecek”. Ona göre kadınlık görevleri sadece fiziksel şiddetin mevcut olduğunda “görev/zorunluluk” olmaktadır. Şiddet olduğunda kocanın veya ailenin istediklerini yapmak zorunluluğu vardır. Görevlerin ne olduğu ile ilgili bilgi vermeyen Banu, şiddet gören kadının görevleri sınırsız olduğunu anlaşılır kılmaktadır. Eşinden ve evlenmeden önce üvey babasından şiddet gördüğünde ev işleri, yemek, çocuk/kardeş

bakımı,

evden

dışarı

çıkma

yasağı

olduğunu,

eşinden

şiddet

görmediğinden beri ise ev işleri ve yemeği “canım isterse yaparım, canım istemezse yapmam” demektedir. Eşi Hasan amca Banu’yu yirmi sene öncesine kadar eve kapatıp, camlara bile perde yerine batanye çivilediğini belirtmektedir. “Şimdi ne değişti de bu davranıştan vaz geçtiği” sorulunca, Hasan amca sosyalizasyon ve modernleşme sürecinin bir sonucu olduğunu, bütün kadınların dışarıya çıkıp bir zarar görmediklerini anladığında eşini daha serbest bırakması gerektiğini anlamıştır. Banu da birçok kadın gibi görevlerini görerek ve deneme-yanılma yöntemi ile, yanılma durumunda şiddet görerek öğrendiğini belirtmektedir. Gülseren kadınlık görev ve rollerinin bir erkek ile birlikte yaşanıldığında ayrıştığını; tek başına yaşayan kadının toplumda hem erkek gibi güçlü ve özgür, hem kadın gibi (ev işi açısından) çalışkan ve narin olduğunu, evli olduğunda veya abisi/babası ile yaşadığında erkeğin hizmetçisi ve “sığınmacısı” olabileceğini belirtmektedir. Evli kadının görevleri, ev işi, çocuk bakımı, eşini cinsel anlamda memnun etmek ve itaat etmektir. Gülseren hiç şiddet görmediğini, şiddet gören herhangi bir kadına rasladığında ise hemen polisi aramak, aralarına girmek gibi müdahalelerde

97

bulunmaktadır. Ona göre (Berna’da belirtildiği gibi) kadının en büyük görevi doğurganlıktır. Ailesinin nasıl giyinmesi gerektiğini, iş öğretilmesi gibi konularda sözel bir etkisi olmadığını belirten Gülseren, kadınlık rollerini toplumdan ve ailesinden görerek öğrendiğini söylemek mümkündür. Esma da Gülcan gibi, kadının kendi olmadığını; “babasının kızı” veya “eşinin karısı” olduğunu belirtmektedir. Burada kadın yine pasiftir; babasının sözünü itiraz etmeden belirlenen kişi ile evlenir, eşinin sözünü itiraz etmeden istediklerini, onun belirlediği görevleri yerine getirmektir. Esma yapması gerekenlerin belirlenmesinde sözlü iletişimin olmadığını belirterek, aile ve toplum tarafından sergilenen davranışların benimsendiği görülmektedir. Bir çok kadın gibi, kadının erkeğe herşeyi yaptırabileceğini ancak istenen şeyin cinsel birleşme sırasında istenmesinde fayda olduğunu belirtmektedir Esma. Genel olarak Türk kadınların rol ve görevleri bakıldığında; ev işleri, çocuk bakımı, eşine itaat etmek, topluma uymak kadınların ortak görevleridir. Birçok kadının kadınlık rollerini “toplumdan” öğrendikleri görülmektedir. Toplumun/çoğunluğun yaptığı daima “normal” olarak karşılanarak içselleştirilmektedir. “Normal”’ın ne olduğu bakılacak olursa, Coştur 13 ’un deyimine değinmeden edemeyeceğim; “Normallik”, toplumsal bir deliliktir”. “Normal” karşılanan, yanlış birşey olsa bile, insanları mutsuz etse bile, topluma/çoğunluğa uymak zorunluluğu kılmaktadır.

13

Dr. Recai Coştur: Hacettepe Üniversitesi, Psikoloji Bölümü, öğretim üyesi.

98

“Kadın istedikten sonra kocasına herşeyi yaptırır” düşüncesinin üzerinde bir daha durmak gerekirse; Kadınlar buna inanmaktadırlar, hatta cinsel ilişki sırasında başarabileceklerini iddia etmektedirler, öte yandan üzerlerinde çok görev ve sorumlulukların oldukları için şikayet ve mutsuzluklarını dile getirmektedirler. Aslında bu deyim kadının tutunabileceği ve avunabileceği bir “inanış” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadının eşini cinsel anlamda memnun etmek kadının bir lütufu olarak değil de zorunluluk, görev olarak görüldüğü sürece kadının eşini cinsel ilişki sırasında birşeylere ikna etmeye yönelik “umudun” gerçekleşmesini imkansız kılmaktadır.

4.2.KUŞAK FARKINA GÖRE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİ Araştırmaya katılan kadınlar (yukarıda da belirtildiği gibi) üç kuşağa ayrılmıştır: Genç Kadın Grubu, Yaşlı ve Yaşlı Adayı Grubu, Erken Yaşlı ve Yaşlı Grubu. Her bir grubu/kuşagı dördü Arnavut, dördü Türk olmak üzere sekizer kadın temsil etmektedir (bkz. Tablo: 1). Burada her bir kadının yaşı ve ait olduğu kuşağı göz önünde bulundurularak kuşaklar arasındaki kadınlık rolleri bakımında karşılaştırma yapılacaktır.

99

Yaş (Arnavutluk)

Yaş (Türkiye)

15-29 Genç Kadın

30-55 56-85 15-29 Orta Yaş Erken Yaşlı Genç ve Yaşlı ve Yaşlı Kadın Adayı

30-55 56-85 Orta Yaş Erken ve Yaşlı Yaşlı ve Adayı Yaşlı

Era (15)

Marsela (31)

Zhaneta (57)

Elif (15)

Esra (35)

Gülcan (61)

Mirela (20)

Elizabeta (35)

Mimoza (62)

Ayşe (21)

Berna (42)

Banu (65)

Redjana (24)

Blerta (40)

Diana (65)

Ebru (25)

Deniz (46)

Gülseren (70)

Hatice (51)

Esma (75)

Anila Viola Zyra Damla (29) (53) (77) (27) Tablo: 1. Kadınların Yaş/Kuşak Farkına Göre Dağılımı.

Yukarıda belirtilen kadınlık rollerinde kadınlar ve kuşaklar arasında benzerlikler ve farklılıklar bulunmaktadır. Sosyal sınıf, eğitim deneyimi, kuşak farkı (ve araştırmanın kapsamadığı diğer faktörler) kadınlar arasında farklı kadınlık rollerini ortaya çıkarmaktadır. Ancak bütün kadınlarda raslanan ortak görevler; Kadın ev işi yapmalı, çocuklarını yetiştirmeli ve eşine itaat etmelidir. Farklılaşmalar kadınlık rollerinin aktarılma/belirlenme sürecinde ortaya çıkmaktadır. Her bir kuşağın kadınlarını göz önünde bulundurarak, Arnavutluk için Erken Yaşlı ve Yaşlı Grubu’ndaki kadınların (Zhaneta, Mimoza, Diana, Zyra) toplumsal cinsiyet rollerini nereden “kazandıklarını” bilmedikleri görülmektedirler. İkinci kuşak, Orta Yaş ve Yaşlı Adayı grubundaki kadınlarda (Marsela, Elizabeta, Blerta, Viola) ise birçok işi ailelerinden görerek (görsel

100

iletişim), birçok davranışları toplumdan deneme-yanılma yoluyla öğrenmişlerdir. Yeni nesil/kuşak ise toplumsal cinsiyet rollerini aileleri; anne/ablalarından birebir sözlü iletişim kurarak öğrenmektedirler. Zyra eskiden kadınların çok meşgul olduklarını, her işi yaptıklarını ve mutlu olduklarını belirtmişti; meşgul oldukları gibi, çocukları karşılarına alıp birşeyleri eğitme olanakları yoktu, mutluluklarını veya mutsuzluklarını paylaşabilme hakları da yoktu, Dünya’nın (Zyra’nın ifadesiyle) binbir halini görme/bilme imkanları da yoktu. Dolayısıyla kadın elinde olan ile mutlu olurdu. En genç kuşakta ise anne-kız arasındaki iletişim daha sıkkıdır; Viola’nın belirtiği gibi, Era televizyondan, internetten her türlü kadını görebilir ve özenebilir. Ancak gördüğü o kadınların “sanal toplumun” ideal kadınları olduklarını ve gerçek kadın ve “sanal ortamın kadını” arasındaki farkları anlatabilmesi için Era’yla iletişim kaçınılmaz olmaktadır. En üst kuşakta kadın aile ile ilgili kararların alınmasında etkisizdir; çocukların kiminle evleneceği, eve ne alınacağını, nerede oturulacağı (şehir/köy veya evin türü) gibi konularda erkeğin sözü geçerli olmaktadır. Kadın eve gelenleri pişirir, evde döşenenleri temizler. Orta kuşakta ise, evin reisi kadın olmasa bile, evin idaresi kadına teslim edildiği görülmektedir; kadın pazara çıkıp eve gerekenleri almaktadır, maaş alındığında kadına teslim edilir ve ödenecekleri kadın hesaplar. 56-85 ve 30-55 yaşlar/kuşaklar arasındaki değişim iki nedenin sonucu olabilmektedir; birincisi, kadının erkeğe göre daha eğitimli olması, ikincisi ise erkek ile kadının eşitlenmeye yönelik - kadının sosyalizasuyonudur.

101

Arnavut kadınları gibi, Türk kadınların da sosyal sınıf, kültürel birikim, eğitim deneyimi vs farketmeksızın ortak görevleri bulunmaktadır: ev işleri, çocuk bakımı, eşine itaat etmek, ve Arnavut kadınlarından farklı olarak Türk kadının “ideal kadın” olmanın yolu, dindar olmaktan geçmektedir; zira “dindar” kadın zina yapmaz, kıyafet açısından kapalı giyinir, kocasını cinsel anlamda memnun etmek onun “farz”ıdır[1]. Kadınlar aynı zamanda erkekler için “evlenecek kadın”ın bu özellikleri taşıması gerektiğini, “eğlenecek kadın”ın ise; bakımlı, her açıdan özgür gibi özellikler taşıması erektiğini belirtmektedirler. Türk kadınların kadınlık rollerinin kuşak farkına göre fark ve benzerlikleri ise aşağıdaki gibidir: En üst kuşağın kadınlarında “kadının eşine itaat etmek” rolü dikkatleri üzerine çekmektedir; dört evli kadın-dört mutsuz kadın söz konusu olmaktadır. Diğer iki kuşakta Hatice ve Ebru dışındaki kadınlar evli değil (veya boşanmıştır: Deniz) üstelik evliliğe korkuyla yaklaşmaktadırlar. Bunun tek nedeni “kuşak farkı” değildir; aşağıda da değinileceği gibi kadınının “ayakları üzerinde durabilme” olanağı, evlenip evlenmeme konusunda ona seçenek sunmaktadır. Kadına “eşine itaat etmek, hatta gerekirse şiddete göz yummak” gibi atfedilen sorumluluklar sözel ve görsel olarak alt kuşaklara aktarılarak, alt kuşakların evliliğe karşı tepkilerini etkilemektedir. Kadınlık rollerinin aktarılmasındaki farklılık ise böyledir; en üst kuşağın kadınları annelerindenablalarından sözel olarak birşey öğrenmediklerini ancak “kadın olarak ne yapmaları gerektiğini, insanların/ailenin senden olan beklentilerini” anlayabilmek için büyüklerine bakmak yettiğini belirtmektedirler. Kadınlar annelerin meşguliyetlerinden çocuklarının

102

bebeklikteki ihtiyaçlarını giderme/karşılama dışında çocuklarla ilgilenmediklerini, “Allah’a emanet” bıraktıklarını, annelerin en fazla diyebileceği, bir işi yapmadığında “yap şunu, ne bekliyorsun” dediklerini belirtmektedirler. Anne, abla ve etralarındaki kadınlardan başka kadın/kadınlık rolleri görmedikleri için, görünen içselleştirilerek sorgulamaksızın uyuglanmaktadır. Bir sonraki kuşak ise okullar ve medyanın yaygınlaşmasıyla anneler çocuklarını çok zeki, çok görmüş algıladıklarını ve bu nedenle anneler kızlarına birşeyler anlatma ihtiyacı duymamışlardır. Örneğin Esma’ya kızlarına birşeyleri öğretip öğretmediği sorulunca “Onlar herşeyi bilirlerdi, okumuş, görmüş, gezmişlerdi. Değil benim onlara öğretmek, onlar bana öğretmeye ihtiyac vardı” demektedir. Öte yandan kızı Hatice aynı fikirde değil; “Annem hiçbir şeyi öğretmedi, herşeyi bilmemiz gerektiği kanısındaydı,....Bir bildiğimi annemle paylaşınca, benim bilgilerime ihtiyacı olmadığını, bildiklerimi unutup, onun gibi yapmam gerektiğini söylerdi”. Burada kadınlık rolleri üç kuşaktır (üst kuşaktan kadınların anlatılarına dayanarak) sabit bir biçimde aktarılmaktadır; görsel iletişim ile öğrenilenlerin denemeyanılma yöntemi. Yeni kuşakta ise kadınlar arası kadınlık rollerininin aktarılmasında sözel iletişim diğer kuşaklara göre daha etkili olmaktadır; Elif annesine kaybetmeden önce kendisinden çok şey öğrendiğini, annesini kaybettikten sonra da hala ve teyzesi onu “yanlız bırakmadığını”, Ayşe annesinin yerinde yaşı gereği ablasının kendisine annelik yaptığını; kadın olarak yapması ve yapmaması gerekenleri kendisine zaman içerisinde öğrettiğini, Ebru annesinin ve ablasının evlilikteki sorumlulukları, kadının nasıl davranması gerektiği ve kadının bütün ev işlerini yapması gerektiğini, Damla ise annesinden uzakta olmasına rağmen kendisine öğüt vermekten vaz geçmediğini belirtmektedir. Anne-kız iletişimin yeni kuşak ve eski kuşak arasında ki farkın en önemli 103

nedenleri; annenin kızına “ev işi yapman gerekir” demesine kalmadan, kız harekete geçerdi – annesinden başka “daha iyi” bir kadınlık rolü görmemiştir ve dolayısıyla ufuk dar olunca, yapabileceğin şeyler de kısıtlı olur; annenin kızına “onu giyme, bunu giy” diyebilecek kadar giysi seçenekleri yoktu, Esma’nın da dediği gibi, “buldukları zaman oluyordu, bulamadıkları zaman da oluyordu”. Şimdiki kuşağa bakıldığında kız çocukları da neredeyse erkek çocuklarından farksız; zamanın büyük bir kısmını dışarıda tüketmektedirler – okula veya işe giderler, arkadaşlarıyla yemek yemeye, kahve içmeye, sinemaya giderler. (Elbetteki bu, bütün kadınları kapsamamaktadır, buna etkileyen tek faktör kuşak farkı değildir, zira sosyal sınıfın da bu konu üzerinde etkisini görmezden olanaksızdır.) Eve dönüldüğünde de ev işi yerine televizyon izlemekte veya internette sörf yapmaktadırlar. İş yapıldığında da annesinden farklı yapabilmektedirler. Örneğin; Damla tükenmez kalem lekelerinin üzerine leke çıkarıcı dökerken annesi süt ile temizlemeye çalışmaktadır. Ancak aynı örnek üzerinde Esma ve Hatice (anne-kız) için düşünmek gerekirse; Hatice de annesinin yaptığını yapacaktı; süt ile temizleyecekti, zira leke çıkarıcı yoktu. Damla’nın verdiği bu bilgi üzerine Hatice’ye çocukların okul gömleklerindeki kalem lekelerini nasıl yıkadığını sorulduğunda “üzerine süt dökerek” diye cevabını vermişti ancak bunu annesinden öğrenip öğrenmediği sorulunca annesinin kalem lekesiyle hiç karşılaşmadığını, bunu yurt arkadaşlarından öğrendiğini belirtmiştir. Zyra, Banu, Gülseren, Zhaneta gibi birçok kadının ima ettiği üzere, eskiye bakıldığında çocukların idolleri anneleriydi, annelerinden başka kadınlar; komşuları, teyzeleri, halaları da anneleri gibiydi. Şimdilerde ise Dünya’nın binbir hali çocukların gözünde; onların (anneleri haric) birden çok idolleri vardır ve idolleri gibi olmak

104

istemektedirler. Kızı ve kendisi arasındaki farklarına anlam veremeyen/anlayamayan anne, kızına öğüt vermekte, öğretmekte veya uyarmaktadır. Bu bağlamda anne – kız arasındaki sözlü iletişim güçlenmektedir. Uzun yıllar boyu bakıldığında reformun kuşak farkına yol açtığını görmemek olanaksız; teknoloji ilerledikçe üst kuşakların “ayak uydurması” zorlaşır, yeniliğe yabancı/uzak kalınır. Değişen sadece teknoloji değil, zira teknoloji ile birlikte tıbbi kurumlar, medya sektörleri, eğitim kurumları da değişti. Bütün bilimler birbirleriyle iç içe geçmiş-bütünleşmişler. Bütün bunlarla birlikte insanların değişmesi veya değişime uyum sağlayamayıp değişmemesi kuşak farkına yol açmaktadır.

4.3.SOSYAL SINIF FARKINA GÖRE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİ Kadınlar sosyal sınıf farkına göre sınıflandırılırken, kişi başı düşen ekonomik gelir temel alınmıştır. Arnavutluk’un asgari ücreti 200$, Türkiye’nin ise 701.40 TL olma durumunda kadınlar sınıf farkına göre üç kategoriye ayrılmışlardır: Düşük (>200$ ; >701.40 TL), Orta (200$-300$ ; 701.40TL-1000TL) ve Yüksek (< 300$ ; 200$

Orta 200$-300$

Yüksek < 300$

Düşük >701.40 TL

Orta 701.40TL1000TL

Yüksek
View more...

Comments

Copyright � 2017 SILO Inc.