İslam İktisadı Nedir?

February 26, 2016 | Author: Ilker Bayraktar | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

1 İslam İktisadı Nedir?2 3 Ekonomi Kulübü İslam İktisadı Çalışanlara Burs Veriyor!4 İslam İktisadı Okul...

Description

İslam İktisadı Nedir?

Ekonomi Kulübü İslam İktisadı Çalışanlara Burs Veriyor!

İslam İktisadı Okulu – Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezi(ADAM) ADAM – İslam İktisadı Okulu İslam, hayatın bütününü kapsayan bir sosyal düzeni kendi bünyesinde barındırmaktadır. Bu sosyal düzen kendi içinde siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel vb. alt sistemlerden oluşmaktadır. Bu alt sistemleri şekillendiren düzenlemelerin her biri Yüce Allah tarafından; insanlığın dünyada refah ve adalete, Ahiret’te ise felaha ulaşması üzerine tasarlanmış ve Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav) tarafından bizlere detaylı bir şekilde açıklanmıştır. İktisat; insan davranışlarını üretim, tüketim ve dağıtım ilişkileri açılarından inceler. Bu bağlamda insanın ihtiyaçlarını karşılamada yapılan her türlü faaliyeti içerir. Allah’ın, insanlığa ihtiyaçlarını gidermeleri için emanet etmiş olduğu kaynakların işleniş, üretim, dağıtım ve tüketim süreçlerinin içinde bulunulan toplumun yapısına ve dünya görüşüne göre değiştiği yadsınamaz bir gerçektir. Yani her alem tasavvurunun/dünya görüşünün kendine göre bir iktisat anlayışı/paradigması ve dolayısıyla kendine has bir ekonomik sistemi olabilir. Bununla birlikte bir ekonomik sistemi oluşturan üç temel dinamik vardır. Bunlar ideoloji, bu ideolojiden elde edilmiş aksiyomlar ve sistemin işleyiş prensipleridir. Derinlemesine incelendiği zaman İslam’ın ideoloji ve aksiyom bakımından iktisadi anlamda zengin bir potansiyele sahip olduğu rahatlıkla fark edilecektir. Fakat uygulanan bir ekonomik sistem olabilme serüveninde en önemli süreçlerden birisi sistemin işleyiş prensiplerinin sistematik olarak oluşturulmasıdır. Bütün bunlar ışığında son yüzyıllarda dünyanın içinde bulunduğu ekonomik buhranların, fakirliğin, Allah tarafından emanet edilen kaynakların dağıtım ve bölüşümünüdeki adaletsizliğin, gelişmişlik düzeyi algısının ve iktisat ilminin metodoloji olarak benimsediği maddeye indirgenmiş mekanik yaklaşımın sonuçları insanlık tarafından acı bir şekilde tecrübe edilmektedir. İşte tam bu noktada iş

İslam’ı ekonomik hayata “hakim kılarak” dünyanın uzun zamandır fazlasıyla ihtiyaç duyduğu “Adil Düzeni” tesis etmek isteyen İslam ekonomistlerine/iktisatçılarına düşmektedir.

“ADAM İslam İktisadı Okulu” 2 yıl sürecek bir program olarak tasarlanmıştır. Bu açıdan katılımcılardan, derse katılım ve düzenli çalışma/okuma hususunda disiplin ve ciddiyet göstermeleri beklenmektedir. Programın amacı nicelikten ziyade, nitelikli İslam ekonomistlerinin yetişmesine katkıda bulunmaktır. Bu bağlamda lisans, yüksek lisans ve doktora aşamasındaki adaylar programa başvurabileceklerdir. Tercihen yüksek lisans ve doktora öğrencileri programa kabul edileceklerdir. Programın ilk senesinde “İslam İktisadı’na Giriş”, “İslam İktisat Fıkhı” ve”Seminer” dersleri; ikinci senesinde ise “İslam İktisadi Düşünce Tarihi”, “İslam İktisadı Okumaları” ve “Seminer” derslerinin verilmesi planlanmaktadır. Her katılımcıdan program süresince İslam İktisadı hakkında kendi seçeceği bir konu üzerine en az 1 makale yazması beklenecektir. Makale yazımı süresince katılımcılardan belirledikleri konu üzerine detaylı ve geniş bir araştırma yapmaları beklenecektir. Makale yazımı süreci dersi verecek hoca ve asistanlar tarafından kontrol edilecek ve yönlendirilecektir. Programa katılacak olanların “Medeniyet Klasikleri” programına da devam etmeleri önemle tavsiye edilmektedir.

Dersler:

1-İslam İktisadı’na Giriş Prof. Dr. Arif Ersoy “İslam İktisadı’na Giriş” dersi, İslam’ın ekonomik prensiplerinin, temel ekonomik kavramlarının, yaklaşımları ve kurumlarının incelenmesini kapsamaktadır. Ders boyunca İslam’ın ekonomik problemlere sunduğu çözümlerin, diğer ekonomik sistemlerin sunduğu çözümler ile karşılaştırmalı olarak ele alınması ve değerlendirilmesi öngörülmektedir. Bununla birlikte İslam İktisadı’nın tanımı, amaçları ve yöntemi gibi konuların incelenmesini de kapsamaktadır. Yıl boyunca “İslam İktisadı’na Giriş” dersinde işlenecek konular aşağıdaki gibidir; İktisadi Açıdan Kainat ve İslam İktisadi Açıdan Kainat ve İnsan(Fert, Toplum ve Devlet Boyutları) Devletin Kurumsal Yapısı İslam İktisadı’nın Tanımı ve Amaçları İslam İktisadı’nın Kurumsal Yapısı Üretim Faktörleri Üretim Dağıtım-Paylaşım Sermaye Oluşumu Teşkilatlanma

2-İslam Hukuku ve İktisat

Doç. Dr. AbdurRahman Candan Bu ders katılımcılarda İslam Hukuku/Fıkıh hakkında bir temel altyapı oluşturmak ve fıkhın iktisat ile ilgili hükümlerinin ve meselelerinin incelemesini kapsamaktadır. İslam’ın, iktisat alanının kapsadığı ve ilişki içinde olduğu bütün alanlarda getirdiği hükümlerin, hükümlerin amaçlarının ve sonuçlarının Kur’an ve

Sünnet’ten deliller ile incelenmesini de içermektedir.

3- Seminer (Katılımcılar) Seminer dersi kapsamında katılımcılardan gönüllü olanların 20 dakikalık sunumlar yapmaları ve ardından diğer katılımcılar ile 30 dakikalık bir müzakere gerçekleştirilmesi öngörülmektedir. Böylece inşAllah İslam İktisadı ile ilgili konularda farkındalık oluşabilecek, katılımcıların bilgi seviyesi artacak ve konu üzerindeki ilgileri de gelişebilecektir. Aynı zamanda literatür ve özgüven anlamında da katkıda bulunabilecek bir niteliktedir. Rabbimizden bu çalışmayı hayırlı ve bereketli kılmasını niyaz eder, İslam İktisadı’na sahip çıkan ve geliştiren nitelikli araştırmacıların yetişmesine vesile kılmasını dileriz.

İZU Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırma ve Uygulama

Merkezi’nin Temelleri Atıldı! HEDEF, İSLAM EKONOMİSİNİN BÜYÜMESİNE DESTEK İslam Ekonomisi alanında çalışmalar yapmak amacıyla kurulan, “İZÜ Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırma ve Uygulama Merkezi”’nin temel atma töreni gerçekleşti. Törende konuşan İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi (İZÜ) Rektörü Mehmet Bulut, Türkiye’de İslami Finansın bankacılık sistemindeki payının henüz yüzde 5 civarında olduğuna ve hükümetin bu oranı yüzde 20’lere çıkarma hedefine dikkat çekti. İslam Ekonomisi ve Finansı konularında çalışmalar yapmak ve bu alanda gelişimi sağlamak amacıyla kurulan İZÜ Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin temel atma töreni gerçekleşti. Albaraka Türk ve Kuveyt Türk katılım bankaları tarafından desteklenen ve İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi bünyesinde kurulan merkezin temel atma töreninde İZÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Bulut, İZÜ Mütevelli Heyeti Üyesi Mustafa Büyükabacı, Albaraka Türk Genel Müdür Yardımcısı Temel Hazıroğlu ve Kuveyt TürkKurumsal İletişim Müdürü HASAN Yılmaz hazır bulundu. Törende konuşan İZÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Bulut, Türkiye’de bankacılık sisteminin yüzde 5’ini oluşturan İslami Finansın, hükümet nezdinde 2020’lere doğru yüzde 15-20’lere çıkarılma hedefi olduğuna dikkat çekti. Türkiye’nin bu anlamda büyük bir tarihsel birikime sahip olduğunu belirten Bulut, ‘’Osmanlı tecrübesi ve para vakıflarından gelen tecrübe çok önemli. Geçmişimizden gelen bu tecrübe kullanılmalı. İslami finans bugün tüm dünyada, krizlerle boğuşan mevcut ekonomik sistemin karşısında en güçlü alternatif yol olarak dikkat çekiyor. Tüm Dünyada hızla gelişen İslami Finansın bugün 4 farklı merkezi var. Asya’da Malezya-Endonezya uygulamaları, Orta Doğu’da Katar-Bahreynuygulamaları ve Batıda Avrupa ve Amerika’daki uygulamalar, İslami finansla ilgili yeni pencereler açılmasını ve yeni çalışmalar yapılmasını sağlıyor’’ diye konuştu. ‘’TÜRKİYE İSLAMİ EKONOMİ KONUSUNDA GEÇ KALDI’’ Türkiye’nin, İslami finansın önemini geç kavradığını belirten Prof. Dr. Mehmet Bulut, ‘’Geleneğimizde olmasına rağmen bu alandaki gelişmeler konusunda

maalesef ki Dünyanın gerisinde kaldık. Bu açığı İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi olarak kapatmak istiyoruz. İşte bu sebeple Albaraka Türk ve Kuveyt Türk’ün finansal desteği ile bu merkezi inşa ediyoruz ve 8 ay gibi kısa bir sürede bitireceğiz. Araştırma merkezimizde Dünyanın dört bir yanından bu alanın yıldızlarını misafir edeceğiz’’ diyerek sözlerini sürdürdü. İSLAMİ EKONOMİ ALANINDA TÜRKİYE’DEKİ İLK MERKEZ Merkezlerinin, İslami ekonomi ve finans alanında bir ilk olduğunu söyleyen Bulut, dünyanın 20. yüzyılda birçok ekonomik ve finansal krizle karşılaştığını belirtti. ‘’Başta 1929’da yaşanan kriz olmak üzere, 1970’lerdeki petrol krizi,1980’lerden sonra yaşanan krizler, 1997’deki Asya krizi ve nihayetinde 2008’de yaşanan Amerika ve dünya krizi dünyada, ekonomide yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu gösteriyor. Mevcut finans sistemde yaşanan krizler, sisteminin yetersiz kaldığını gösteriyor. Merkezimizi, Müslümanların ve bu coğrafyada yaşayan – düşünen insanların, ekonomik ve finansal alanda dünyadaki bu krizlere müdahil olması ve çözüm getirmesi için kurduk” diye konuştu. Bu alanda İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nin Türkiye’de öncülük ettiğini söyleyen Bulut, ‘’Önce bu alanda yüksek lisans ve ilk defa doktora programı açtık. Bunun üzerine her yönüyle donanımlı İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırma ve Uygulama Merkezi kuruyoruz. Bunu da paydaşlarımız ve faizsiz bankalar olan Kuveyt Türk ve Albaraka Türk ile birlikte inşa ediyoruz’’ ifadelerinde bulundu.

MALEZYA İLE ORTAKLIK VE 3 DİLDE YÜKSEK LİSANS ŞANSI Uluslararası İslam ekonomisi ve finansı konusunda Malezya’nın önemli üniversitelerinden biri olan Universiti Utara Malaysia ile ortak yüksek lisans programı imzaladıklarına değinen Prof. Dr. Mehmet Bulut, ‘’Önümüzdeki dönem yüksek ihtimalle bu programa başlıyoruz. Öğrencilerimiz bir dönem burada bir dönem Malezya’da okuyacak. Tezini ister orada ister burada yazacak. Ortak açtığımız bu program İngilizce olacak aynı zamanda programın Arapçasını da açacağız. Zaten Türkçe olarak yüksek lisans ve doktora programlarını açmıştık. Böylece İngilizce, Arapça ve Türkçe olarak uluslararası İslam ekonomisi alanında 3 dilde yüksek lisans eğitimi vermiş olacağız. Kendilerini geliştirmek isteyen öğrencilerimiz ve araştırmacılarımız burada çok iyi bir atmosfer bulacaklar’’ diyerek sözlerini tamamladı.

KLASİK BANKACILIĞA GÖRE İSLAM BANKACILIĞI ÇOK YENİ İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırma ve Uygulama Merkezi projesine katkılarından bahseden Albaraka Türk Genel Müdür Yardımcısı Temel Hazıroğlu, ‘’Biz faizsiz bankacılık yapan bir kurum olarak İslam Ekonomisinin bir parçasıyız. Bu alanın gelişmesi için akademik çalışmaları destek oluyoruz’’ dedi. Klasik bankacılığın 100 yılı aşkın bir tarihi olduğunu ancak faizsiz bankacılığın Türkiye’deki geçmişinin henüz 30 yıl kadar olduğunu söyleyen Hazıroğlu, yurt dışı da hesaba katıldığında bu rakamın 40 yıla çıktığını dile getirdi. Sektörün bu konuda alacağı çok yol olduğunu ifade eden Hazıroğlu, ‘’Bunun üzerine biraz çalışmamız lazım. Bu çalışmalara akademik çevreden destek gelmesi bizi sevindiriyor. Nihayetinde sektörün içinde, uygulama alanındayız. Bunun teorik ve felsefi tarafını tartışıp geliştirerek ve o alanlardaki çalışmalardan da istifade ederek, ekonomik boyutta topluma hizmet sunacak alanlarda görev almak istiyoruz’’ diye konuştu. İslami bankacılığının Türkiye’de çok fazla geçmişe sahip olmadığını belirten Kuveyt Türk Kurumsal İletişim Müdürü Hasan Yılmaz, son 20-30 yıllık ciddi bir pratik uygulaması olduğundan söz etti. Kuveyt Türk olarak Türkiye’de katılım bankacılığının iyi bir pratiğini vermeye çalıştıklarını ifade eden Yılmaz, ‘’Arzu ediyoruz ki bu alanda, eğitim sahasında nesiller yetişsin. Bugün kamu bankalarının da katılım bankacılığına ilgisi çok yüksek. Yani sektör hızla gelişiyor. Bu gelişen sektöre yetişmiş insan gücü gerekiyor. Bu da eğitim camiasına yatırım yapmakla mümkün olur’’ dedi. kaynak: www.milliyet.com.tr

Cengiz Ceylan ile “Liberalizm ile Eşitlik Olmaz” Üzerine Röportaj: Aynur Erdoğan (www.dunyabulteni.net sitesinde alınmıştır. Emeği geçenlere teşekkür ederiz) LİBERALİZMLE DÜNYANIN DOĞUSUYLA BATISI ASLA EŞİT OLMAYACAK

Röportajlar dizimizin bu haftaki konuğu Kadir Has Üniversitesi İİBF öğretim görevlisi Dr. Cengiz Ceylan. Liberal kapitalizmin doğuşu, gelişimi, çelişkileri ile ilgili sorularımızı yanıtlayan Dr. Cengiz Ceylan Türkiye’nin ve diğer Doğu toplumlarının kapitalizm karşısındaki konumlarını değerlendirirken sorunlarını ithal politikalarla çözemeyeceklerini söylediği bu toplumların kendi kültürlerine, inançlarına, geleneklerine, üretim biçimlerine ve coğrafyalarına uygun iktisadi bir anlayış geliştirmeleri gerektiğine işaret etti.

KAPİTALİZM, LİBERALİZM, DEMOKRASİ VE PROTESTAN AHLAKLA KENDİSİNİ KÖKLEŞTİRMEKTEDİR Kapitalist ekonominin kökleşip yerleşmesinde liberalizmin etkisi nedir? Her şeyden önce kapitalist ekonomiyi oluşturan nedenler nelerdir? Nasıl Bir gelişme göstermiştir? Ona bakmak lazım. Acaba liberalizm mi kapitalizmi doğurmuştur? Yoksa kapitalizm kendini kökleştirip geliştirmek için liberal bir yapı mı oluşturmaya çalışmıştır? Bu konu çok tartışılan bir konudur. Benim kanaatim, liberal bir ekonominin veya liberal bir siyasi yapının oluşmasından sonra Kapitalizm oluşmamış, aksine Kapitalizm ortaya çıktıktan sonra liberalizmle, demokrasiyle ve Protestan ahlakla kendisini kökleştiriyor. Yani liberalizmi kurguluyor esasında. Yoksa kapitalizm, liberalizm ile demokrasiyi, özgürlüğü sunmaya çalışmıyor. İşin esası bu. Bunu daha açık belirlemek için geriye doğru gidelim. Acaba bugünkü anladığımız, gördüğümüz kapitalizm nasıl ortaya çıkmıştır? Sonra da “haklı mı, haksız mı” eleştirisi yapalım. Kapitalizm daha çok zenginliği ifade ettiği için Sosyalist çevrelerce, zaman zaman İslamcı çevrelerce eleştiriye tabi tutulur. Ancak bu eleştiriler her zaman haklı eleştiriler olmayabilir. Çünkü neticede bu “izm”lerin hepsi insanların maddi refahı ve mutluluğunu sağlamak için ortaya çıkmıştır. Sosyalizm de böyledir, Kapitalizm de böyledir. Mülkiyet ve teşebbüs hakları konusunda farklılıklar vardır. Kapitalizm hür teşebbüs ve özgür mülkiyeti savunur. Hür teşebbüs ve özgür mülkiyetle sermaye birikimi sağlanabileceğini, insanların zenginleşebileceğini; üretim, tüketim, dağıtımda adil bölüşümü gerçekleştirebileceğini iddia eder. Sosyalizm ise onun bu argümanlarının güçsüz olduğunu gerçekte böyle bir şeyin olamayacağını, insanların iktisadi davranışlarını düzenlemek ve kontrol etmek gerektiğini savunur. Şayet insanlar

serbest bırakılırsa, kaos oluşacağını, kimisinin güçlü, bilgili, zeki, üretken ve daha çok atalardan kalan miras sayesinde üretim yapabileceğini, kimisinin ise bunu yapamayacağını iddia eder. Karl Marx, “Das Kapital” adlı eserinde Kapitalizmin bütün iktisadi kurgularına karşı argümanlarını ileri sürer. İkisine de baktığınızda haklı yanlarını görürsünüz. Hakikaten kapitalizm, kendi içerisinde fevkalade tutarlıdır. Onun başarısı, kendisini insan yaratılışının özelliklerine dayandırmasından kaynaklanır. Gerçekçidir. İnsanın zaaflarına dayandırmasından… Evet, öyle. Onun zaaflarını çok iyi yakalar. Sosyalizmin başarısızlığı da, insana müdahalesinden kaynaklanır, rekabeti ve üretme arzusunu ortadan kaldırır. Esasen daha namusludur. Ancak insanı dizayn eder, yanlış yaptığı yerde yasaklar kamu olarak… Buradaki kurguda da “baba” devlettir ve devletin ne kadar ahlaklı olacağı tartışılır. Mesela liberalizmde Hayek bunu sıklıkla vurgular ve ona göre liberalizm mutlak anlamda mükemmel değildir, zaafları vardır ama eğer devlet işin içine karışırsa kayırmacılık sonucunda doğuracağı ahlaksızlıklar bireyin yapacağı ahlaksızlıklardan daha fazladır. Onun için bireyi mülkiyet ve teşebbüste özgür bırakmak daha faydalıdır. Kapitalizm böylece kendisini son yüzyılda eleştirilerden sıyırmaya çalışıyor. Fakat bu eleştirilerden sıyırması onun mükemmel bir iktisadi sistem olduğu anlamına gelmiyor. Bizim eleştirilerimiz de laf olsun diye eleştiri olmamalı. Neticede eğer bunlar birer iktisadi sistemse, iktisadi sistem olarak çok masumdur ama felsefesine baktığınız zaman orada ciddi sorunlarla karşılaşırsınız.

KAPİTALİZM DAHA ÇOK GÜÇLENEBİLMEK İÇİN SERBEST BİR PİYASA, SİYASAL VE İKTİSADİ ORTAM TEMELİNE DAYANMAKTADIR

Bunlar sadece iktisadi sistem midirler?

Aslında iktisadi sistemdirler. Yani bu amaçla ortaya çıkmışlardır. Ama iktisadi sistemin arkasını besleyen, birey ve hatta toplumların inançlarını, kültürlerini etkileyen felsefe oluşmaya başlar. Felsefi arkaplan oluşur. Yani yumurta-tavuk ilişkisine benzer. Hangisi diğerini doğurmuştur? İşte Kapitalizm, felsefi arkaplanını oluşturmaya başlamıştır. Olması gereken, serbest bir piyasa, siyasal ve iktisadi bir ortam. İnsanlar kendi gayretleriyle çalışıp başarıyorlar. Kapitalizm böyle oluşturulur denemez. Aksine Kapitalizm, daha çok güçlenebilmek için böyle bir argümanı geliştirmiştir. Sosyalizm ve Kapitalizm birer iktisadi sistemdirler ve felsefi arkaplanları vardır; inançları, kültürleri, düşünceleri etkilerler ve tabii ki aile yapısını ve toplum yapısını da etkiler. Serbest davranmanın getirdiği avantajlar ve dezavantajlar vardır. Özgür düşünce, hür teşebbüs… güzel şeyler. Üreten insan için gereklidirler. Ama bu özgür düşünce, hür teşebbüs, güçlülerin eline geçtiğinde zayıfların nasıl perişan olduklarını görürsünüz. Bunu nasıl ortadan kaldıracaksınız? Veya özellikle bizim gibi ve “Doğu toplumu” dediğimiz toplumlarda geleneklerin, inançların zafiyete uğramasının, onların var olma nedenleri, ortadan kalktığında geriye nasıl bir toplum kalır? Bunun uygun olduğunu nasıl söyleyebiliriz?

GELİR DAĞILIMINDA DÜNYANIN KUZEYİ İLE GÜNEYİ, DOĞUSU İLE BATISI ARASINDA UÇURUMLAR VAR Yani iktisadi sistem, hayatın merkezine konuluyor ve diğer alanlar hep bu alanın çıkarları için düzenleniyor ve bu uğurda manipüle ediliyor diyebilir miyiz? Evet, benim kanaatim böyle. Daha dün bana anlatılan bir konu var. Çok bildiğimiz şeyler ama somut olarak dinlediğim bir hadise. Kapitalizmin kaynakları etkin kullandığı iddiasına örnek. Der ki, sosyalizm kaynakların etkin dağılımını sağlayamaz. Kamu müdahalesi, kayırmacı politikalar, hantal örgüt yapısı, rekabet olmayınca insanların rahatlıkla mülkiyet sahibi olup üretmeyi arzu edememesi… Bu arzuları köreltirseniz üretim yapamazsınız, rekabet edemezsiniz ve böylece daha az girdiyle daha çok çıktı sağlayamazsınız. Sonuçta kaynakların etkin dağılımı gerçekleşmez. Bunun günümüzde çok çarpıcı örnekleri var. Kamunun yapısında, özel sektörün dışındaki devletin yapısında, bu durum böyle veya tekelci

yapılarda da bunun böyle olduğunu görürsünüz. Hem tekelci yapı, hem kamu yapısı, kendisini kamu kaynaklarıyla finanse hayatiyetini sürdürür, kaynakları israf eder. Bu yüzden SSCB’deki Sosyalizmin 70 yıldan fazla dayanamadığını, yıkıldığını ileri sürer. Hakikaten herkes de bu düşünceyi anlaşılır bulur ve kabul eder. Liberal düşünen ve düşünmeyen herkes buna tavdır. İşin esası öyle midir? Peki, Sosyalizmin en iyi alternatifi Kapitalizm bu sorunu aşmışmıdır? Gelir dağılımına bakın. Dünyanın kuzeyi ile güneyi, doğusu ile batısı arasında uçurumlar var. Dünyada 56 trilyon dolarlık bir üretim var. Bunun yaklaşık 14 trilyon dolarını ABD üretiyor ve daha fazlasını da tüketiyor. Dünyanın yüzde yirmi beşini, 300 milyon, tek başına üretiyor ve yüzde yirmi sekizini tüketiyor. Dış ticaretteki açıkları bunu ifade ediyor. Tüketimi daha fazla. Güney yarım küreye bakıyorsunuz fakir, kuzeye bakıyorsunuz zengin. Doğusuna bakıyorsunuz fakir, batısına bakıyorsunuz zengin. Bu gelir dağılımındaki adaletsizliğin nedenlerini kurcaladığınızda hep altından Batılı ülkeler çıkar. İlk on ülke dünyanın en zengin ülkesidir. İlk yirmiye kadar da çıkar. Burada bir çarpıklık yok mu? Kapitalist ülkeler daha zengin. Dünyada Allah kaynakları uyumsuz mu yaratmıştır? Birileri açlıktan ölsün, birileri de çok zengin olsun diye mi yaratmıştır? Allah adaletsiz değildir. Suudi Arabistan gibi bir yere su vermez, toprak vermez ama oraya petrol verir. Öbürüne de tersini yapar, sonra bunlar ticaret yoluyla takas edilir ve denge sağlanır. İnsanların güzel, çirkin, zayıf, güçlü olmaları aslında sosyal ilişkilerin gelişmesi açısından çok faydalıdır. İyi ki böyledir. Eğer herkes aynı düzeyde zengin olsaydı, aynı düzeyde güçlü olsaydı, aynı düzeyde sağlıklı olsaydı o zaman kim kime muhtaç olurdu? Kim kimle iktisadi veya sosyal ilişkilere girerdi? Bu anlamda adalet kesinlikle var. İnsanların birbirinden farklı olması adaletsizlik değil aksine adaletin tezahürüdür. Bunu hiç kimse reddedemez. Kapitalizm de, Sosyalizm de reddedemez. Böylece birbirimize muhtaç oluruz, birbirimize destek oluruz. Herkesin yeteneği farklıdır. Ben bir mal üretirim, diğeri başka bir mal üretir. Takas ederiz, hayatımızı sürdürürüz. Ama kapitalizm böyle yapmıyor. Kapitalizm her ne kadar SSCB ve diğer Sosyalist ülkelerin durumunu bugünkü nesillere anlatıp kendisinin ne kadar haklı olduğunu savunuyorsa da biz bu gelişmelerin şahitleri olarak durumun hiç de böyle olmadığını biliyoruz. Zenginliğine zenginlik katıyor. Bunu değişik biçimlerle de topluma hoş göstermeye çalışıyor. Sosyalist bir söylem oldu ama bu söylemi açacağız. Ben sosyalist değilim, hatta liberal düşünceyi benimsemiştim. Ancak ne kadar liberalizmi öğrendiysem, onun bir tuzak olduğunu daha iyi anladım. Ne olması gerektiği konusunda çok net bir fikrimiz de yok aslında. Ancak alternatif bir sistemin geliştirilmesi gerektiği de açık.

BİLL GATES ELDE ETTİĞİ GELİRİN TÜMÜNÜ AFRİKA’YA BAĞIŞLASA DA KAYNAKLARIN DAĞILIMINDAKİ DENGESİZLİĞİ GİDEREMEZ Kapitalizm kendini nasıl hoş gösteriyor? Kapitalizm diyor ki, zenginliğime zenginlik katacağım ve bunu da süslü göstereceğim. Ne yaparız? Çevreye karşı duyarlı oluruz. İnsanlara karşı duyarlı oluruz. Mesela Bill Gates Microsoft’u kurduktan sonra çok hızlı bir gelişme gösterip dünyanın en zengini unvanını alıyor. Ama iki sene önce bir röportajında 30 milyar dolarını Afrika’daki insanlar için harcayacağını ve emekliye ayrılarak; oradaki insanlara hizmet edeceğini ifade ediyor. Diyor ki, bu miktarın Afrika’daki insanların derdine dermen olmayacağını biliyorum. Ancak vicdanımı rahatlatıyorum. Burada samimi olduğunu varsayarak söylüyorum. Orada yaşayan insanların kaçını kurtarabilirsiniz? O dünyadan elde ettiğiniz gelirleri tek başınıza o dünyaya verseniz, vicdanınız ne kadar rahat edecek? Dengesiz dağılmış olan kaynakların dengesini sağlamış olacak mısınız? Mutlu olacak mısınız? Hayır. Başka bir örnek vereyim. Dün eski bir öğrencimle karşılaştım. Bir ABD ilaç şirketinde temsilci olarak çalışıyormuş. Diyor ki, çok agresif satış yöntemi izliyoruz. Sürekli denetleniyoruz. ABD Türkiye’deki müdürümüzü, müdürümüz altındaki şefi, şef de çalışanı satışlar konusunda sürekli tehdide varan taciz ederek çalıştırıyor. Aylık kotalar koyuyor, kotaları sürekli artırıyor. Giyimini, hal ve hareketlerini kontrol ediyor. Davranış, azim… Zaten ay sonundaki satış miktarları üzerinden pirim veriyor, sizi devamlı kovalıyor. Türkiye’yi bölümlere ayırdık, nefes alamıyoruz diyor. Sürekli koşturuyoruz. Bir arkadaşımız pazarlama bölgesi olan Van’da bir çatışmanın arasında kalıyor. Kaza yapıyor, yuvarlanıyor. Araba pert oluyor. Kendisi arabadan sağ çıkıyor ve hemen telefon ediyor. 99 yılında galiba. Müdür Beye durumu anlatıyor. “Takla attım, üzerimden kurşunlar uçuşuyor” diyor. Müdür beyin cevabı şu: “Arabaya bir şey oldu mu? Ne kadar hasar var?” Kapitalizm bu işte. Arabada ne kadar hasar var? Sana bir şey olmasın diye sorsaydı, muhtemelen satış elemanını satış geliri olarak gördüğünden olacaktı bu tepkisi… Sen telafi edilebilirsin ama verdiğin zarar edilemez… Tabii. Çok önemli elemansa telafi edilemez. Ona da kazanç sağlayan bir meta olarak bakar.

Liberalizm özgürlük iddiasıyla ortaya çıkıp “bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” dese de bu herkese fırsat eşitliği getirmedi. Serbest ticaret iddiasına rağmen devletin imkanları, hatta askeri gücü sermaye sahiplerinin çıkarlarını korumak için kullanıldı? Evet. Fırsat eşitliğinin sağlandığı adil bir sistemden bahsetmiyoruz. Kapitalizm nerden doğdu? Liberalizmi nasıl geliştirdi? Özellikle buraya bakılmalı.

KAPİTALİZM, LORDLARIN ELİNDEKİ SERMAYE BİRİKİMİ SÜRECİNİN SONUCUNDA ORTAYA ÇIKMIŞTIR

Buna bakarken liberal politikalarla devlet müdahalesinin en aza indirildiği iddiasının doğruluğunu da irdeler misiniz? Ülkemizi ve ülkemiz dışındaki dünyayı tanıyoruz. Uluslar arası şirketleri ve faaliyetlerini biliyoruz. Ulus devletler öncesi Avrupa’sındaki yapıyı biliyorsunuz. Avrupa’nın bir anlamda “Site Devletleri” olarak nitelendirilebilecek yapılanma içerisinde olduğunu, Şatolarda yaşayanve çevresindeki geniş topraklara sahip olan Lortlar, bu topraklarını işliyorlar. Kendilerini korumak üzere asker besliyorlar. Bu askerlerin başında ise şövalyeler bulunuyor. Topraklardan elde ettiği gelirle de birikim sağlıyorlar. Peki, bu ürünü nasıl biriktiriyor? Kimi çalıştırıyor? Köleleri getirip karın tokluğuna çalıştırıyorlar. Ortada bir kral var ama herhangi bir kıymet-i harbiyesi yok. Etkin bir konumda değil. Kendisi var, gücü yok. Güçlü olan, Kilise. Papazlar Tanrıdan aldıkları gücü dünyadaki insanlar üzerinde kullanabiliyorlar Dolayısıyla papazlar, rahipler; yani ruhban sınıfı hem kıralı, hem lordu, hem şövalyeyi yargılayabiliyor. Engizisyon mahkemelerinde, Tanrıya karşı geldiklerine karar verilirse hapse atabilir, işkence edebilirler ve Tanrı adına bu gücü kullanabilirler. Yapı böyle; piramidin en üstünde kilise, arkasından etkin olan güç lortlar, şövalyeler ve kral. Zaman içerisinde köleler bağımsızlıklarını kazanmaya başlıyorlar. Konuyu kısa tutarak süreci izlersek;

kölelere bir takım haklar verilmeye ve serbestlikler tanınmaya başlıyor. Şatonun dışına çıkma özgürlüğü kazanıyorlar. Daha önce karın tokluğuna çalışırken toprak sahibi oluyorlar ve haftanın bir kaç günü kendilerine, diğer günler lorda (senyöre) çalışmaya başlıyorlar. Sonra lortlar arasındaki ilişki gelişmeye başlıyor, kız alıp vermelerle akrabalık ilişkileri gelişiyor. Dünyadaki teknik gelişmelerle birlikte, siyasi ve hukuki yapı, özgürlüğe dair düşüncelerde değişmeler olmaya başlıyor. Bu, teknik gelişmelerin bir tezahürüdür aynı zamanda. Ortaya çıkan durum şudur artık; köleler dışarıda kalmış, artık köylü olmuşlardır. El sanatlarıyla ilgileniyorlardır. Fakat fakirdirler. Filmlerde izlediğimiz Robin Hood o yüzden şatodan çalıp şato dışında yaşamaya başlayan fakir köylülere dağıtıyor. Lortlar toprak zenginliklerini sürdürmektedirler. Çinlilerin bulduğu pusulanın Avrupalılar tarafından geliştirilmesi ve kullanılmasıyla Ümit Burnu keşfediliyor. Doğu ile batı arasındaki ticaret gelişiyor. Ümit Burnu’nun keşfinden önce ticaretin merkezi durumunda olan İstanbul, önemini yitirmeye başlıyor. Hareketli yelkenli gemilerin bulunması, gemilerin taşıma hacimleri büyük, tonajlı gemilere dönüşmesiyle; daha fazla yük taşıma imkanı doğuyor ve ürün maliyetleri azalıyor. Yeni bir lokomotif sınıf olarak burjuva ortaya çıkıyor… Evet. Bu sınıf artık Avrupa’da kitlesel üretim yapmaya başlıyor. Çünkü kitlesel üretim yapmak için sermaye ihtiyacınız var. Köylüler, çiftçiler sermayeyi nereden bulacaklar? Burjuva, sermaye birikimine sahip tek sınıftır. Topraktan elde ettikleri sermayeleri var, kitlesel üretim yapabilecek durumdalar. Teknik gelişmelere paralel olarak; kitle için üretim yapacak üretim birimleri (sanayileşmenin başlaması) oluşturuluyor. Şimdi işçiye ihtiyaçları var. Ama bu işten anlayan insanlara ihtiyaçları var. Daha önce köle olarak çalışıp, özgürlüklerini elde ettikten sonra şatoların dışına çıkan bu sınıf, el sanatlarıyla ilgilendikleri için hazır dokumacı, sayacı, kunduracı… olarak hazır işçi sınıfını oluşturuyorlar. Lordlardan oluşan Kapitalist sınıf, bu insanları fabrikalarında çalıştırmak üzere; maaşlı elemanlar olarak işe alıyorlar. Zaten sonraki yıllarda işçi ve iş-veren arasındaki çatışma ve işçilerin örgütlenmeye başlaması da bu sürecin sonunda meydana geliyor.

ULUS DEVLETLER BURJUVANIN HAKLARINI KORUMAYA YÖNELİK ÖNEMLİ BİR DEĞİŞİMİ YANSITIR Artık bu kitlelerin yeni iş modellerine göre eğitime tabi tutulması, okuma yazma öğrenmeleri gerekiyor. Evet. Kapitalist sınıf güçlü. Hem maddi kaynakları hem de askerleri var. Ama ticaretlerinin, fabrikalarının korunması gerekiyor. Uluslar arası ticaret, onları uluslar arasılaştırıyor.sadece kendi bölgelerine değil, diğer kıtalara üretimlerini ulaştırıyorlar. Özellikle Çin ve Hindistan. Teknik gelişmelerin ardından siyasal ve sosyal hayat değişiyor. İktisadi gelişmeler de bunların arkasından kendisine neşv ü nema buluyor. O günün sorunlarına çözüm arayan yeni iktisat teorileri geliştiriliyor. Ciddi problemler var. Sınırlar belli değil, hukuki düzen yok, düzenli ordu yok.

FRANSIZ DEVRİMİNİN ARKASINDA BURJUVA VARDIR Çünkü burjuvanın, sermaye sahibinin, haklarının ve çıkarlarının korunması gerekiyor. Tabii. Üretilenin satışı sürecinde anlaşmazlıklar olduğunda devreye giren bir hukuki yapı olması lazım. Bunun için hukukun geliştirilmesi gerekir. Ama karşılarındaki en büyük bela, Kilise(!). Kiliseye karşı halkı ayaklandırmaya başlıyorlar. Kendilerinin ayaklanması etkili olamaz. Kalabalık halk kitlelerinin ayaklandırması lazım. Fransız Devriminin arkasında burjuva vardır. Tesadüfi değildir. Gayet planlıdır. Ama bize Fransız Devrimi halkın Kilisenin zulmüne karşı, özgürlük talebi yönündeki devrim olarak öğretilir. Halk, kendi inisiyatifiyle; özgürlüğü için yapmış gibi.

Cengiz Kallek Peygamber(sav) Üzerine

ile “Hz. ve İktisat”

Röportaj: Aynur Erdoğan (www.dunyabulteni.net sitesinden alınmıştır. Emeği geçenlere teşekkür ederiz) Günümüz dünyasında hayatın merkezine yerleştirilen, hangi sorundan bahsedilirse bahsedilsin çözüm önerilerinde bolca atıf yapılan ekonomi alanında, ülkemizde ve genel olarak üçüncü dünya ülkelerinde; bu ülke toplumlarının sosyal ve siyasi dinamiklerinden beslenen ve bu alanda kalıcı çözümler sunabilecek alternatif teori ve uygulamalar neler olabilir diye sorarak yola çıktığımız söyleşiler dizisinde bu hafta İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cengiz Kallek‘le konuştuk. HZ. PEYGAMBER’İN(sav) GETİRDİĞİ DÜZENLEMELER KAPİTALİZME KARŞIDIR Kallek, Hz Peygamber’in(sav) iktisadi düzenlemelerinden ve İslam tarihi boyunca izini sürdüğü iktisadi ilke ve kurumlardan hareketle İslam ekonomisinin kapitalizmin ve sosyalizmin yetersiz kaldığı günümüz sorunlarına çözüm sunabileceğini ve bu sistemlere alternatif olabileceğini söyledi. İslâm ekonomisi düşünce sisteminin izini sürdüğümüzde ne kadar eskiye gidebiliyoruz? İslâm tarihinde bu alanda özgün eserler verilmiş midir? İslâm iktisadının belli literatür öbekleri içinde toplanması mümkün özgün müstakil klasik kaynakları esasen Kitâbü’l-Harâc, Kitâbü’l-Emvâl, Kitâbü’l-Hisbe, Fütüvvetnâme ve ‘İlmü tedbîri’l-menzil gibi genel başlıklar altında sınıflandırılabilecek kitaplardan oluşmaktadır. Bunlar arasında genelde kamu kesimi ekonomisi veya malî iktisat, özelde ise kamu maliyesi ya da malî hukuk çerçevesine sokulabilen Kitâbü’l-Harâc ve Kitâbü’l-Emvâl türü eserlerin önemli bir yer tuttuğu görülür. Bu külliyat bize devlet erkânının, çiftçilerin ve ilim adamlarının –tabiri caizse– “politik ekonomi” hakkındaki tefekkür düzeyini göstermektedir. Neticede bu literatür öbeklerinden ilk örnek Hicrî 2./Miladî 8.

yüzyıla kadar geri götürülebilir. Ancak bunların dışında hadis külliyatından fıkıh eserlerine, âdâb kitaplarından biyografi ansiklopedilerine varıncaya kadar bütün İslâm kaynaklarında iktisatla ilgili malzeme bulmak mümkünse de sözünü ettiğimiz literatür grupları temel iktisadî malzemeyi derli toplu biçimde sundukları için -onlar üzerinden gidilecek olursa- ilk örneklerini hicrî ikinci yüzyıldan itibaren vermeye başladıklarını söyleyebiliriz. Mesela ilklerinden biri Ebû Yûsuf’unKitâbü’l-Harâc‘ıdır. İslâm ekonomisi düşünce mirasından, klasik metinlerden bugünün ekonomik meselelerine cevap üretmek mümkün müdür? Bunlardan İslâm ekonomisi teorisi ve sistemi kurulabilir mi? Ekonomi teorisi veya iktisat kuramını “iktisadî olguların bilimsel çözümlemesini yapan, iktisadî hayatı değişik boyutlarıyla tahlil edip iktisadî ilişkiler arasındaki düzenlilik ve süreklilikleri belirlemeye çalışan mantıksal bir sistem olarak birleştirilmiş soyut kavramsal bütün” şeklinde tanımlarsak burada özellikle bazı politikaların veya bir takım sosyal olguların da işin içine girdiğini görüyoruz. Dolayısıyla iktisat teorisinde aslında biraz deneme yanılma yönteminin kullanılması söz konusudur. Meselenin bu boyutu göz önünde tutulduğunda aslında her toplumun içinde bulunduğu şartların doğru bilimsel analizi söz konusu olur. Bu alanda daha pozitivist yaklaşımlar kullanılabilir. Dolayısıyla burada dinin devreye girmesinden çok hadiselerin bilimsel yöntemlerle analiz edilerek doğru sonuçlara varılması önem taşımaktadır. Ama her halükârda iktisat teorisi oluşturulurken iktisat felsefesinin ve doktrininin şu ya da bu düzeyde -ister kabul edilsin ister inkâr edilsin- bir rolü olacaktır. Ama dediğim gibi İslâm’ın etkisi iktisat teorisinden çok iktisadî sistem üzerinde daha belirgindir kanaatindeyim. Ekonomik sistemi ise “Neyin, nasıl ve kim için üretileceği sorularına verilen kurumsallaşmış cevaplardan oluşan düzen” şeklinde tanımlarsak burada “neyin” üretileceği sorusunun İslâmî açıdan cevabı “ihtiyaçlar” biçiminde olacaktır. Çünkü İslâm iktisadı gösteriş esaslı üretime sıcak bakmaz. Ekonomi biliminin çok klasik bir tanımı vardır: Sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların optimum şekilde tatmin edilmesi bilimi ya da sanatı. Mesela İslâmî perspektiften bakıldığında bu tanımı kabul etmek imkânsızdır; çünkü ihtiyaçlar sınırsız değildir. Bu tanım aslında kişilerin talebini ihtiyaç olarak nitelendirir ve zaten liberal sistemde her şeyi belirleyen piyasa kişilere ihtiyacı da empoze eder. Bunu nasıl yapar? Moda aracılığıyla yapar, birtakım dışsallıklar üreterek yapar, abartılı reklâmlarla yapar vs. İslâm iktisadı ihtiyacı kişilerin hayatlarını insanca sürdürebilmeleri için gerekli

olan temel tüketim maddeleri ile sınırlar. Kaldı ki kaynakların sınırlılığı iddiası da tartışmalıdır. Neticede İslâm’a göre insanları yaratan Allah onların rızkını takdir etmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar ihtiyaçlarını tatmin edecek kadar kaynak yaratıldığına da inanırlar. Ayrıca “nasıl” üretileceği konusunda da iktisadî sistemleri değerlendirdiğimizde piyasa için piyasa mekanizması aracılığıyla mı yoksa planlı bir ekonomi çerçevesinde devlet tarafından mı üretilecek, özel sektör mü olacak, devlet kurumları mı olacak meselesi gündeme gelir. Burada gerek özel, gerek kamusal, gerekse karma mülkiyeti, hem bireysel çıkarı hem de kamu yararını uzlaştıran İslâm’ın özüne uygun cevabın devletin gözetiminde işleyen ahlâklı piyasa mekanizması şeklinde verilebileceğini düşünüyorum. “Kim” için üretileceği meselesinde de esasen ihtiyaçları önceleyen insanlar için mi yoksa her türlü talebi ihtiyaç diye dayatan piyasa için mi üretim yapılacağı tartışması söz konusudur ki bunun yanıtını da verdim sanıyorum. İşte burada İslâm’ın temel ilkeleri, inanç sistemi, hatta antropolojik yaklaşımı belirgin bir rol oynar. Bana göre İslâm’ın esas norm koyacağı kısım ekonomi teorisinden çok ekonomik sistemdir.

Burada bir çelişki yok mu? Sosyal olguları pozitivist bir şekilde okuyup algılayarak üzerine İslâmî ilkeleri uygulamaktan bahsediyorsunuz… “Pozitivist” kelimesini felsefî anlamda değil, sözlük anlamıyla kullanmıştım. Kuran’da bize evreni gözleyerek akletmemiz emrediliyor. Ben pozitivist derken özellikle o tür âyetlere referansta bulunmuştum. Piyasayı gözlemek, toplumu gözlemek… verileri toplayıp ekonometrik tahlillere tâbi tutmak, matematiksel

analizlerini yapmak, gerekirse modeller kurmak… gibi. Biliyorsunuz şimdi model kurmak çok revaçta. İslâm ekonomisine kaynaklık eden vahiy, hadis, fıkıh eserlerinden, biraz önce bahsettiğiniz Kitâbü’l-Harâc veKitâbü’l-Emvâl gibi klasik metinlerden kalkarak günümüzün bütün ekonomik meselelerine cevap üretebilir miyiz? Yine burada mesele sistem üzerinde yoğunlaşıyor. Kapitalist mantıkla bakarsanız üretilmesi mümkün değildir tabiî. Sosyalist mantıkla bakarsanız da imkânsızdır; çünkü o sistemde zaten din bir esas olarak kabul edilmez. Hâlbuki İslâm’a özgü iktisat sisteminde mümkündür. Ekonomi düşüncesinin sırasıyla “teorisiz ve teorili doktrin aşamalarından sonra doktrinsiz (!?) nicel analiz safhasına geçerek dogmatizmden arınmış evrensellik iddiası taşıyan saf bir bilime dönüştüğü” savından yola çıkıldığında İslâm iktisat düşüncesinin bu süreç içindeki seyrinin ve konumunun belirlenmesi önem taşımaktadır; çünkü bazı çevrelerde onun ilk merhaleden öte gidemediğine inanılmaktadır. Bazı Batılı araştırmacılar özellikle fıkıhçı ve hadisçi çizgideki ilim adamlarına, eserlerini dogmatik yaklaşımla hazırladıkları için ekonomik fenomenler yerine ilke, ülkü, dogma ve doktrinleri inceledikleri şeklinde acımasız bir eleştiri yöneltmektedirler. Geleneksel ekonomi düşüncesinin de dogmatizmden tamamen sıyrılabildiği ve evrensellik iddiasının haklılığı tartışmalıdır. Hâlbuki bu yaklaşıma göre İslâm ya da herhangi bir dinî ekonomi düşüncesi -doktriner olduğu için- teorili doktrin aşamasına takılıp kalmıştır. Hatta teorili doktrin aşamasına geçtiğini bile tartışanlar vardır. Dolayısıyla o perspektiften bakıldığında doktrinsiz nicel analiz safhasına ulaşamamıştır; çünkü normatiftir, yani normları vardır. Normları belirleyici rol oynadığından pozitif olamaz. Bu sebeple günümüzün problemlerine çözüm sağlaması mümkün değildir. Sosyalist pencereden de bakıldığında -zaten din külliyen dışlandığından- İslâm ekonomik sistemi diye bir sistem olamaz. Tekrar vurgularsak, neticede kapitalizmin doktrinsiz nicel analiz safhasına geçtiği kuru bir iddiadan ibarettir. Çünkü orada en temel önerme gözlem veya deneyle teyit edilmeyen şeylerin doğru olamayacağıdır ki, bizatihi bu önermenin kendisi bir gözlem ya da deneye dayanılarak ortaya konmuş değildir. Dolayısıyla her şey bu temel önerme üzerine kurulmuş ama bunda paradoks var. Eğer bu temel önerme veri alınabiliyorsa o zaman İslâm’ın birçok normu da ön kabul olabilir. Ayrıca doktriner dogmatik yaklaşımlar güya reddediliyor ama mesela bütün sistemlerin bir problemi olan iktisadî adalet de bir dogmadır.

Dogma yoksa adalet niye problem olsun ki, kapitalizme göre her şeyi optimum dağıtan piyasa onu da en iyi şekilde dağıtacaktır. Sosyalizmde de bu işi devlet yapmaktadır. Doğrusu kapitalizmde her şeyi en güzel şekilde düzenlediği iddia edilen piyasada bir sürü dışsallıklar ve aksaklıklar ortaya çıkmaktadır. Piyasa bu noktalarda çuvallamaktadır. Sosyalist sistemse çoktan çökmüştür. Şimdi, bunları nasıl gidereceğimiz konusunda artık hem devlet hem din devreye girmektedir. Ayrıca kapitalizmin teorisyenleri beşerî günahkârlığın düzeni yozlaştırıcı gücünü hafife alıyorlar. İslâm bunu önemsediği için hisbe teşkilâtını kurmuştur. Günah sadece ikili ilişkilerde bir tarafın diğeri aleyhine kendi çıkarını gözetmesin ile sınırlı kalmaz. Böyle olsa sadece nispeten önemsenmeyebilecek bir denkleştirici adalet problemi doğar. Hâlbuki daha kötüsü, kapitalizmde günah genel olarak uzun vadeli toplumsal yozlaşma ve çevre kirliliği gibi umumî zarar pahasına kısa vadeli bireysel yararların maksimize edilmeye çalışılmasında yatmaktadır. Kolonyalizm ve emperyalizm gibi yapısal günahlar ise kapitalizmin diğer büyük günahlarıdır. Burada din muhakkak devreye girmelidir. Papalık gerek kapitalizmin gerekse sosyalizmin çözemediği -hatta bizzat ortaya çıkardığıproblemlerle ilgili bir iktisat literatürü üretmiştir. Ayrıca artık iş ahlâkı, meslek ahlâkı, piyasa ahlâkı, çalışma ahlâkı devreye girmeye başlamıştır. Hem de sosyal etik ahlâkın boşluğunu dolduramadığı için dinî ahlâk söz konusudur. Güvenilir piyasa aktörlerini oluşturabilmek için din çok belirleyici bir rol üstlenmektedir. İşte, bütün bunlar düşünüldüğünde İslâm, kapitalizmin ve sosyalizmin ortaya çıkardığı ya da bir türlü çözemediği problemleri halledecek uygulanabilir alternatif bir sistem ortaya koymuştur. Komünizm bugün uygulama sahasından çekildi sayılır. Kapitalizm dünyadaki baskın sistem haline gelmiş durumda. Burada İslâm’ın alternatifliğinden bahsederken kapitalizme alternatifliğinden bahsediyoruz. İşaret ettiğiniz gibi Papalık da kapitalizmin ahlaki açmazlarını görüyor ve eleştiriyor. Ama Hıristiyanlıktan hareketle sadece ahlaki boyuta yapılan vurguyla kapitalizmin açmazlarının giderilip daha işler hale gelmesi sağlanmaya çalışılıyor. Bu noktada yine bir din olarak İslâm’ın tavrı ne olur? Ahlâkî boyutu daha önce sistemle ilgili söylediklerime ilaveten söylemiş oldum. Neyin, nasıl ve kim için üretileceği ekonomik sistemin ana meseleleridir. İslâm bunların hepsiyle ilgili temel görüşler ortaya koymakta ve bu soruları çözecek

kurumları üretmektedir. Bunlardan Hz. Peygamber(sav) döneminde kurulan hisbe teşkilâtı en önemlilerinden biridir. Kısaca bu teşkilatın işlevini de söyler misiniz? Hisbe teşkilâtı, en genel anlamda toplumsal alanı, daha dar anlamıyla ise pazarı denetlemek üzere Hz. Peygamber(sav) tarafından kurulmuş bir kurumdur. Hz. Peygamber(sav) isimlerini bildiğimiz üç erkek ve iki kadını muhtesip olarak tayin etmiştir. Daha sonra bu kurum gelişmiştir. Hisbe teşkilâtına mesela bir sosyalist baksa onu devletin piyasayı düzenlemekte kullandığı bir kurum olarak görebilir. Ama belki bir kapitalist baktığında bir sivil toplum örgütü gibi değerlendirebilir ki o zaman devletin piyasanın denetimini böyle bir kuruluşa devretmekle de-regülasyon yaptığını ve piyasayla ilgili bazı kuralları sivil toplum örgütlerine bıraktığını düşünebilir. Ama hangi perspektiften incelenirse incelensin neticede hisbe kurumu İslâm iktisat sisteminin en önemli kurumlarından biridir. O kadar ki, belki biraz abartarak İslâm iktisadını bir “hisbe ekonomisi” olarak tanımlamak bile mümkün olabilir. Dolayısıyla devletin kurumları kurmanın ötesinde İslâm’a uygun belli politikaları belirleme gibi bir rolü de olabilir. O politikalar, daha önce söylediğim gibi, iktisat teorisi açısından bakıldığında muhakkak ilgili zaman ve zeminin şartlarının analizi sonucunda oluşturulmalıdır. Ama bazı politikaların topluma kabul ettirilmesi için yeri geldiğinde devlet İslâmî bazı unsurları değerlendirilebilir.

SİYASİ REJİMİN VE HUKUKİ DÜZENİN İSLAM EKONOMİSİNİN UYGULANMASINA ELVERMESİ LAZIM

Şimdi, belki esas vurgulanması doğru olan şudur: Tasarlanan İslâm iktisat sisteminin kurulabilmesi için uygulanabilirliği gerek şart olmakla birlikte yeter şart değildir. Çünkü ilgili ülkede hâkim olan siyasî rejimin ve hukukî düzenin onun tatbikine elvermesi, imkân tanıması gerekir. Günümüz İslâm dünyasında siyasî rejimler ve/veya hukukî düzenler İslâm iktisat sisteminin kurulmasına imkân vermezken siz istediğiniz kadar uygulanabilir olduğunu iddia ettiğiniz bir sistem tasarlayın kuramazsınız. Bu sefer dönüp, canım o kâğıt üzerinde güzel ama bir türlü uygulanamıyor diye sistemi eleştirmenin anlamı yok. İslâm açısından bakıldığında siyasî, iktisadî, hukukî, dinî olmak üzere dörtlü bir sistem söz konusudur. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Aksi takdirde ne olur? Günümüzde üretilen bazı kurumlar veya çözümler ya bazılarının dediği gibi geçiş dönemine mahsus kaydıyla ortaya konur ya da mevcut sistemin kenarından köşesinden yamalar yapılarak olabildiğince İslâmîleştirme gayretlerinden ibaret kalır. Bundan ileri geçmesi mümkün olmaz. Sorunuza dönersek; İslâm’ın ilk dönemlerinden hareketle uygulanabilir bir sistem ortaya koymanın mümkün olup olmadığı bu dörtlü ilişkide gizlidir. FAİZ BİR PARASAL EMPERYALİZM ORTAYA ÇIKARMAKTADIR Peki, faizsiz bankacılığı bu bağlamda nereye koyuyorsunuz? Mevcut sisteme yama olarak uygulanabilecek bir şeydir. O yüzden zaten faizsiz bankacılık şu anda kâğıt üzerinde kurgulandığı şekliyle uygulanamıyor. Çünkü birincisi, dünyadaki siyasî rejim ve hukukî düzenlerin elverdiği ölçüde uygulanabiliyor. İkincisi, insanlar İslâm iktisadına ya da genel olarak tarih boyunca ulaşılan beşerî erdemlere uygun hareket etmedikleri için faizsiz kredileri alıp geri ödemiyorlar. Bankadan aldıkları faizli krediyi ödüyor, faizsiz finans kurumlarınınkini geciktiriyorlar. Böyle olunca, kurumlar da bazı aşırı korumacı tedbirler alıyorlar. Dolayısıyla İslâm ve Batı ülkelerinde nev-i şahsına münhasır uygulamalar ortaya çıkıyor. Ama bence her hâl ve şartta faizsiz finans kurumları bankacılık sisteminden farklıdır. Yani esas itibarıyla onların mevcut yapılarıyla bile farklılıklarını kabul ediyorum. Çünkü ribâ (faiz) yasağı İslâm’ın en temel yasaklarındandır. Ribâ bir parasal emperyalizm üretmektedir. Son dönemlerde Müslüman entelektüellerden bazıları şöyle diyorlar: Yasaklanan Câhiliye ribâsı borçluları köleleştirmekle sonuçlanabiliyorken günümüzde krediler küçük faiz oranlarıyla alınıp veriliyor. Faiz tasarrufların belli yerlerde temerküz ettirilip yatırıma dönüştürülmesine ve dolayısıyla ekonominin gelişmesine imkân sağladığına göre bunun neresi kötü deniyor. İlk bakışta bu iddia haklı görünebilir.

Ama bir ülke düşünün ki küçük küçük faiz oranlarıyla alınmış 300 küsur milyar dolar dış borcu olsun. Sonra o ülke gayri sâfî millî hâsılasının toplamını aşan bu dış borçlarını ancak yeni borçlar alarak çevirebilsin. Bu ülkenin vatandaşları IMF ve World Bank gibi bazı kurumlar ya da o kurumlara hükmeden devletler tarafından -tabir ağır olabilir ama- siyaseten köleleştirilmesi gibi çok daha vahim bir durumla karşı karşıya ise … şimdi bu faiz uygulaması Câhiliye ribâsından iyidir diye savunulabilir mi? Neyse ki bizim ülkemiz öyle bir ülke değil! O halde bu farazî (!) duruma yeni sömürgeleştirme politikası diyebiliriz… Artık, nasıl isimlendirirseniz… Komünizm deyince mal ortaklığı kapitalizm deyince sermayenin tekellerde birikmesi aklımıza geliyor. İslâm ekonomisi deyince ilk akla gelen ne olur? Tabii ki İslâm olur. ADALETLİ BÖLÜŞÜMÜN EN TEMEL UNSURLARINDAN BİRİ DE ZEKATTIR Bir bütün olarak İslâm? Peki, İslâm’ın ekonomiye yansıyan ve bu alanda tebarüz eden en önemli ilkesi nedir? Ekonomi üretim, tüketim ve dağıtım etrafında döner. Üretim açısından bakıldığında İslâm ekonomisinin en temel ilkesi ihtiyaç esaslı üretimdir. Tüketim açısından bakıldığında gösterişe yönelik olmayan, gerek kaynak gerekse ürünleri israf etmeyen tüketim İslâm’ın en temel ilkesidir. Dağıtım ya da bölüşüm açısından bakıldığında ise adaletli bölüşüm ön plana çıkar. Adaletli bölüşümün en temel unsurlarından biri de zekât mükellefiyetidir. Neticede âdil bölüşümün bir unsuru olan zekâtı içtimaî bir temettü (sosyal fayda) saymak mümkündür. Ayrıca âdil kazancı da buna ekleyebiliriz; varlıkları âdil yollarla kazanmalı ve bölüşmelidir. Adaletli kazanç ile ilgili en temel ilkelerden biri de sözünü ettiğim faiz yasağıdır. Aslında -konuşmamın en başında belirtmeliydim ama- ekonomi yerine de iktisat tabirini yeğlemek lâzım. Çünkü her toplum kendi dünya görüşüne, daha doğrusu âlem tasavvuruna, uygun kavramları kullanarak bilim yapar. Şöyle düşünün; belli bir laboratuar ortamında her tülü din ve ideolojiden insanlar aynı deneyi yapıp

aynı sonuçları elde etsinler. Her biri bulgularını kendi âlem tasavvuruna uygun kavramlarla anlatacaktır. Yani “ekonomi” kelimesi Grekçe’den gelir: “Oikonomia” yani “Oiko”lar (plantasyonlar) ve bunların yönetimi “nomia”. Grek site devletlerinin ekonomileri tarıma dayalıydı. Grek erkeği şehir senatosunda görev alabilmek için boş zamana ihtiyaç duyardı. O yüzden plantasyonunun başına sorumlu olarak hanımını bırakırdı. Hanımına Arapça’da “ilmü tedbîri’l-menzil” diye ifade edilen menzil yani en geniş anlamıyla plantasyon yönetiminin ilmini öğretirdi. Hanım o işleri yaparken o da senatoda siyasî işlerle uğraşırdı. Şimdi Batılılar dünya görüşlerini eski Yunan’a kadar geri götürdükleri için ekonomiyi “oikonomia”dan almışlar. Müslümanlar bu pratik Yunan felsefesi çerçevesinde yazılıp çizilen oikonomia eserlerinden yararlanmışlar ama o tabiri almadıkları gibi tercüme bile etmemişler. İslâm âlem tasavvuruna uygun bir şekilde yeniden isimlendirmişler ve ilmü tedbîri’l-menzîl demişler. Tedbîr, Allah’ın “müdebbir” sıfatından esinlenerek kullanışmış bir tabirdir. Yani Allah tedbîrü’l-âlem yapar, bütün âlemi yönetir. Dolayısıyla insan da Allah’ın halifesi sıfatıyla O’nun emir ve yasakları doğrultusunda en genel anlamda yeryüzünün, aile düzeyinde ise plantasyonun, menzilin tedbîrini yapacaktır. Gördüğünüz gibi burada tamamen İslâm âlem tasavvurundan hareketle bir kavramlaştırma söz konusudur. Bu tabir Osmanlı’nın son dönemine kadar kullanılmış ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlılar iktisat tabirini üretmişlerdir. İktisat kelimesinin de İslâm âlem tasavvurundaki yeri bellidir. Birincisi, kasd yani gâiyyet (ereksellik), ikincisi de, bugün iktisatlılık dediğimiz tutumluluk ifade eder. Dolayısıyla İslâm’ın israf yasağını ve ekonominin belli hedeflere yönelik olarak çekip çevrilmesini, düzenlenmesini esas alan bir kavramdır. Bu sebeple İslâm söz konusu olduğunda İslâm ekonomisi yerine belki sadece iktisat demek yeterli olur. İslâm ekonomisi tamlaması, bu işlere daha çok Pakistan âlimleri İngilizce yazıp çizerek öncülük ettikleri için İngilizce’de “Islamic economics” demek zorundaydılar. Biz onlardan tercüme ederek İslâm ekonomisi dedik. Halbuki iktisat dersek kendi âlem tasavvurumuza uygun bir kavram kullanmış oluruz. Ekonominin tam karşılığı o halde “ilmü tedbîri’l-menzil” gibi görünüyor. Yani, evet. Ama bugün ilmü tedbîri’l-menzil anlam daralmasına uğrayarak ekonomi disiplininin içinde “home economics” olarak adlandırılıyor. Aslında “home” ile “oiko” kelimeleri özdeş. Dolayısıyla bâb-ı âlinin yüksek kapısı gibi bir şey oluyor ama … Batılılar economics kelimesinin kökünü unuttukları için “home economics” demekte bir problem çıkmıyor herhalde.

“Asr-ı Saadet”te İslâm’ın mevcut piyasada yaptığı ilk düzenlemeler nelerdi? İlk düzenlemeler Hz. Peygamber’in(sav) Medine’ye hicretinden sonra gerçekleşti. Çünkü Mekke’de her şeye Kureyş müşrikleri hâkimdi. Hz. Peygamber(sav) Medine’ye hicretinden sonra devletini bazı temel kurumlar üzerine oturtmuştur. İlk olarak Medine Anayasası denilen, bugün artık Batılılarca bile bu adla anılan, bütün Medineli Yahudi, müşrik, Arap ve Müslüman unsurları Hz. Muhammed’in(sav) devlet başkanlığı altındaki tek bir ümmet olarak niteleyen bir anayasa hazırlanmıştı. Devlet başkanlığı diyorum çünkü Müslümanlar dışındaki diğer unsurlar onun peygamberliğini kabul etmediler. İşte bu siyasî bir kurumdu. İkincisi iktisadî bir kurum olup Hz. Peygamberin(sav) kurduğu Medine Pazarı’dır. Hz. Peygamber(sav), hicretinin ardından, Medine’deki pazarları gezerek bunların asla Müslümanların pazarı olamayacağını buyurdu. Sonra bir yeri seçerek çadır kurdu. Ama Yahudilerin lideri Ka’b bin Eşref o pazarın kendi iktisadî hâkimiyetleri üzerindeki tehdit edici rolünü önceden görmüş olmalı ki, Hz. Peygamber’in(sav) orada kurdurduğu çadırın iplerini keserek sabotajda bulundu. Sonra Hz. Peygamber(sav) pazarı daha stratejik, daha merkezî, Mescid-i Nebevî’ye ve Medine’ye giriş çıkış yollarının kesişim noktalarına daha yakın bir vadi içinde kurdu ve “İşte sizin pazarınız budur” dedi. Burası düz ve açık bir alandı. Öyle ki pazaryerine inen birisi devesinin palanını bıraksa, alış veriş ederken ne tarafa gitse onu görebilirdi. HZ. PEYGAMBER(sav) TEKELCİLİĞE VE RANTÇILIĞA MÜSAMAHA ETMEMEMİŞTİR

Hz. Peygamber(sav) pazarın kuruluşu sırasında iki önemli kural koydu: “Pazar vergisi alınmayacak” ve “devamlı sabit yerler edinilmeyecek”. İlk kural vergi maliyetleri oranında fiyatları düşüreceği için hem satıcıların hem alıcıların o pazara rağbetini sağlamaya yönelik olsa gerektir. İkinci kural, diğer iktisadî emir ve yasaklarıyla birlikte düşünüldüğünde İslâm’ın kapitalizmin temel unsurlarından tekilciliğin ve rantçılığın açıkça karşısında olduğunu göstermektedir. Zira pazara erken gelen en iyi yeri kapacaktır. Zaten Hz. Peygamber(sav) daha öncesi ve sonrasında da tekelcilik ve rantçılık olarak adlandırılabilecek pek çok işlemi yasaklamıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in(sav) bu hükümle, daha sonra kapitalizm diye ortaya konan ve aslında rekabetçi, serbest bir piyasa öngörüsüne rağmen uzun vadede -rekabet rekabeti öldüreceği için- tekelcilikle sonuçlanan sistemin en temel niteliklerinden birine, yani tekelciliğe, kaşı çıktığını söyleyebiliriz. İşte ilk iktisadî kurum bu pazardır. Üçüncüsü bir dinî kurum olan Mescid-i Nebevî’dir. Onun sofasında kurulan ve üniversite olarak da nitelenen dördüncü kurum ise eğitim kurumudur. O arada diğer bir iktisadî müessese olarak hisbe teşkilâtını da tekrar anmak lâzım. Hz. Peygamber’in(sav) devletinin temellerini oluşturan bu kurumlara daha sonra başkaları eklenmiştir. Bu kurumların da İslâm tarihi boyunca izini sürebiliyor muyuz? Temel ilkelerden kalkarak kurulduğuna göre bu kurumların farklı şekillerde de olsa belki modern kırılmaya kadar izleri sürülebilir mi? Tabiî. Mesela Müslümanların kendilerine has pazarlara sahip olması anlayışı iki yüzyıl gibi kısa bir süre içinde öyle geliştirilmiştir ki neticede Müslümanlar başlangıçta siyasî daha sonraki dönemlerde ise kültürel birliğe dayanan ve Atlantik kıyılarından Çin sınırına, Volga havzasından Sahrâ’ya kadar yayılan dârülislâmın tamamını kapsayacak şekilde kurumsal bir kimlik üreten İslâm “ortak pazarı”nı kurmuşlardır. Öyle ki Hz. Peygamber(sav) tarafından tel’in edilmiş, yasaklanmış olan “meks” adlı iç gümrük vergilerine -zaman zaman uygulandıklarında- ulemâ da şiddetle karşı çıkmıştır. Bu muafiyet esasen söz konusu ortak pazarda aynı dili konuşan Müslümanlar arasında -günümüzde belki hayal edilmesi bile zor olan- bir serbest ticaret yapılabilmesine imkân vermiştir. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına kadar durum böyleydi. Hisbe teşkilâtı da ihtisâb adı altında Osmanlı’nın son dönemlerine kadar varlığını sürdürmüştür. Daha sonra Osmanlı’daki İhtisâb Nazırlığı’nın sorumlulukları şehremaneti ya da belediye gibi kurumlara devredilmiş ama onun ötesinde de hisbe fonksiyonları zamanla mesela emniyetin narkotik biriminden ahlâk zabıtasına, ölçü ve tartı

aletlerinin denetim ve damgalanmasından sorumlu müdürlüklerden Diyanet İşleri Başkanlığı’na varıncaya kadar pek çok kurum arasında dağıtılmıştır. Tabiî, bu kurumsal farklılaşma netice itibarıyla çok önemli değildir; bu tip kurumsal başkalaşımlar, değişimler tarih boyunca gerçekleşmiştir/gerçekleşebilir, önemli olan yeni kuruluşların hisbe felsefesini yaşatmalarıdır. Ama hisbe ruhu yaşıyor mu sorusuna olumlu cevap vermek maalesef zor. Bu cevapla da ilgili olarak, tarih boyunca Müslümanların kurduğu siyasi yapılanmaları takip ettiğimizde çok da düz bir grafikle karşılaşmıyoruz. Mesela Moğol istilası sonrasında siyasi yapının parçalandığını ve Müslümanların hayatlarının bütün alanlarında kargaşa yaşandığını görüyoruz. Yine günümüzde siyasi yapılanmada yaşanan değişimden sonra hisbe teşkilatının ruhunu kaybettiğinden bahsettiniz. Bu bağlamda siyasi yapılanmanın merkezde durduğunu ve iktisadi yapıyı taşıdığını söyleyebilir miyiz? Ontolojik bakımdan meşrûlaştırılmış siyasî erk anlayışı biri gücün kaynağına, diğeri kullanımına ilişkin iki önemli sonuca sahiptir. Gücün kaynağı bir akâid konusuyken, kullanımı bir fıkıh meselesi ve siyaset erkinin kurumsallaşması sorunudur. Bunun içindir ki İslâm devleti ontolojik yönden araçsal, kurumsal yönden aşkındır. Çünkü o mutlak hâkimiyet sahibi Allah ile yaratıkları arasındaki ontolojik rabıtanın en iyi şekilde kurulacağı sosyo-politik ortamı tesis edecek bir iktidar aracıdır ve meşruiyeti bu hizmetinden kaynaklanmaktadır. Halifenin meşruiyetini salt seçim mekanizmasından almamasının sebebi de budur. Dikkat ederseniz burada mekanizmaya bağımlı Batılı ve değer odaklı İslâmî sosyo-politik kültürler arasındaki tezat görülmektedir. Modern demokrasilerde hükümetler meşruiyetlerini seçim süreciyle halktan alır. Seçim süreci sonunda çoğunluğun oyunu alan parti ya da partiler hükümeti kurar. İşte bu prosedürel meşruiyettir. Yani o ülkenin hukuku seçim sürecinde uygulanmış ve sonuçta tek parti veya koalisyon hükümeti ortaya çıkmışsa bu meşrudur. Hâlbuki İslâm’da gücün kaynağı sadece prosedürel meşruiyetten gelmiyor; iktidar Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket ediyorsa kaynağı itibarıyla meşruiyet kazanır. İSLAMDA BİR ÇEŞİT ERKLER AYRIMI VARDIR; ADALET SİSTEMİ BAĞIMSIZDIR Dolayısıyla prosedürel meşruiyete sahip olsa bile bir hükümet kaynağını akidevî esaslardan almamışsa tarih boyunca meşru sayılmamıştır. Yani -meselemizden

sapıyoruz ama- zorbalıkla iktidara gelen bir hükümet prosedürel açıdan meşru değildir ama Allah’ın emir ve yasaklarına uygun icraatta bulunmuşsa kaynağı itibarıyla artık âdil vasfını kazanır. O yüzden de zorbalıkla iş başına gelmiş hükümetlere karşı sivil pasif ve aktif direnişler Müslümanların bölünmesine yol açtığı için adaletli icraatta bulunan iktidarlar kabullenilmiştir. Bu önemlidir, zira bir çeşit erkler ayrımı gereği İslâm tarihinde adalet sistemi devletin başına gelenlerle sürekli değişen bir düzen olmamıştır. Yani kadılıklar siyasî rejimden bağımsız olarak sürekliliklerini korumuşlardır; bu durum iktidarların da işine gelmiştir. Çünkü kadılarca tanınınca meşru olacakları için hukuk sisteminin nev-i şahsına münhasır güçler ayrımındaki yerine dokunmamayı kendi çıkarlarına da uygun görmüşlerdir. Bu sadece siyasî açıdan değil içtimaî (toplumsal) açıdan da çok önemlidir. Çünkü kadılık kurumu nikâha varıncaya kadar pek çok şeye meşruiyet kazandırdığından hukuk sistemi siyasî değişikliklerle birlikte sürekli değişecek olsa aile yapılarını bile etkileyecek olumsuzluklar doğar. Bunların üzerine sorunuzun asıl cevabına dönersek, işte kozmolojik ilâhiyatın uzantısı olan bir sosyo-politik düzen kurmaya yönelik bu titizlik İslâm siyasî tarihinin teori ve pratiği açısından iktisadın siyasetin ardılı yapılması, toplumsal istikrarın ve düzenin merkezine adaletin oturtulması gibi önemli sonuçlar doğurmuştur. Kısacası İslâm medeniyeti kuramsal belirleyicilik sırasına göre modern Batı’dakinin tam tersine ontolojiden epistemolojiye, epistemolojiden aksiyolojiye, aksiyolojiden siyasete ve siyasetten iktisada (maddî dünya) doğru nihaî bir hat farz etmektedir.Çünkü gücün Allah’ın hâkimiyetinden kaynaklandığı anlayışı uyarınca devletin ödevi siyasî velâyetin nihaî kurumsallaşmasıdır. Dolayısıyla iktisadî sistemin olabildiğince kusursuz bir şekilde yürütülmesi de devletin sorumluluğundadır. Bu, fertlerin sorumluluğu yok anlamına gelmiyor tabiî. Zira Allah sosyal varlıklar olan insanların birbirlerinin haklarını çiğnemeleri sonucunda toplumsal birliklerinin bozulmasına, yozlaşmasına, yıkılmasına indirdiği din aracılığıyla izin vermemiştir. Bireyler ya da gruplar dine rağmen kendi çıkarlarını korumak için çatışırlarsa kurumsal olarak aşkın devlet bunu önleyecektir. Ama bu, sosyalizm’deki gibi devletin adeta amaç olduğu anlamına da gelmez. İSLAMIN KAPİTALİZMLE UYUŞMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR Son günlerde “İslâm kapitalizmi” veya “İslâm Kalvinizmi” tartışmaları var. Kayseri örnek gösterilerek İslâm Kalvinizmi’nin imkanları tartışılıyor. İslâm ilkeleri açısından İslâm Kalvinizmi denen olguyu nasıl

değerlendiriyorsunuz ve bu olguya dair gözlemleriniz nedir? Benim bildiğim Avrupa’da yeni yeni ulus devletler ortaya çıkarken aslen Fransız olan Jean Calvin İsviçre’de Martin Luther Almanya’da emperyal bir din Roma Katolisizmi’ni protesto mahiyetindeki Protestanlığı ulusal birer din olarak ortaya koymuştur. Burada sadece Roma’nın emperyalizminin değil aynı zamanda buna araç olan Vatikan’ın temsil ettiği dinî anlayışın da reddi söz konusudur. Bu çerçevede ortaya konan dinî ilkelerden bazıları Weber tarafından Batı’yı geliştiren “Protestan ahlâkı” olarak nitelendirilmiştir. Bildiğim kadarıyla, dinin çok çalışmak, dürüst olmak, tasarruf etmek gibi en temel ilkeleri iktisadî ilişkilerin esasını oluşturmuştur. Dolayısıyla da bu ilkeleri uygulayan insanların dünyevî varlıklar edinmesi Allah’ın kendilerini sevdiğinin bir işareti olarak yorumlanmıştır. Bu dünyada ödüllendirilmeleri öbür dünyada da ödüllendirileceklerinin bir göstergesi sayılmıştır. Kalvinizm’in sözünü ettiğimiz temel ilkelerinde İslâm’a aykırı bir şey yokmuş gibi görünüyor. Ama İslâm’a göre bu dünyada varlık edinme öbür dünyanın garantilendiğinin göstergesi midir? Yani zenginler otomatik olarak cennette midir? Gönlümüz hepsinin cennete gitmesini ister de gerek zenginlerden gerekse fakirlerden cennete gidecek olanlar da vardır, cehenneme gidecek olanlar da. Zenginler kendilerine lütfedilen maddî imkânları toplumun yararına kullanıp kullanmadıkları, israf edip etmedikleri, gösteriş için tüketip tüketmedikleri, şükredip etmedikleri gibi açılardan imtihana tâbi tutulacakları gibi fakirler de sabredip etmedikleri, rızkı kazanmak için çalışıp çalışmadıkları, servet düşmanlığı yapıp yapmadıkları gibi hususlardan sınanacaklardır. Dolayısıyla ben “İslâm Kalvinizmi” yakıştırmasını doğru bulmuyorum.

İSLAMDA KAPİTAL, SERMAYE SOSYAL OLMAK DURUMUNDADIR İslâm’ın da savunduğu emeğin korunması, tasarruf edilmesi gibi ilkelerin araçsallaştırılarak İslâm’ın kapitalizmle bağdaşmasına çalışıldığı yönündeki gözlemlere katılıyor musunuz? Kapitalizm emeği kesinlikle öncelemez ki. İslâm emeği önceler mi, o da tartışılır. Bence İslâm kapital düşmanlığı yapmaz, Kapitalizm’de olduğu gibi kapitalin insana öncelenmesine karşı çıkar. Kapitalizm’de emek kapitalin üretilmesi için bir araçtır sadece. Çalışmaya dinî anlam yüklenerek bunun kapitalist sistemi daha işler kılabilmek için kullanılmasını sormak istedim aslında… Evet, ama İslâm emeği, çalışmayı önceler demek de kolay değil. Benim kanaatime göre, İslâm kapital ile emek arasında bir öncelik değil de denge gözetir. Çünkü İslâm’da sermaye ister devletin ister fertlerin elinde bulunsun sosyal olmak durumundadır. Böylelikle neticede emek de kapital de kamu yararına aykırı kullanılmamış olacağından birinin diğerine öncelenmesi gerekmez. Üstelik İslâm’ın ilk dönemlerinde daha sahabîler tarafından çok büyük servetlerin elde edilip yatırıma dönüştürülmesiyle beraber ürünlerin dünyanın bir ucundan öbür ucuna yayılan İslâm ortak pazarına dağıtılmasını mümkün kılmıştır. Bunlar sermayesiz olacak şeyler değildir. İlk fetihlerle birlikte Müslümanların eline geçen Sâsânî hazinelerinin Medine merkezli İslâm Devleti’ne akması Amerika’nın

keşfinden sonra Amerikan gümüşünün dünya piyasalarında yaptığı etkiye benzer bir etki yapmıştır. Hz. Osman b. Affân(ra) ve Talha bin Ubeydullah(ra) gibi cennetle müjdelenen sahabe bu servetten paylarına düşenle mesela Akdeniz’de ticaret gemileri işletmiştir. O sahabe ellerindeki büyük servetleri toplumun yararına kullandılar. Bazıları bir dirhem için kıran kırana pazarlık yapacak kadar hesapçı ama bütün mal varlıklarını gözlerini kırpmadan tasadduk edecek kadar da irrasyoneldiler. Kısacası İslâm dini sermaye düşmanlığı yapmaz ama sermayeyi emeğe de asla öncelemez, ikisi arasında bir denge gözetir. Bu denge her ikisinin de İslâmî emirler doğrultusunda kullanılması sebebiyledir. Bu yönüyle İslâm’ın kapitalizmle örtüşmesi mümkün değildir; yani İslâm kapitalizminden bahsedemeyiz. Bu söyleşi için teşekkür ederim. Cengiz Kallek kimdir: 1960 yılında İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümünden 1982 yılında mezun oldu. Yurt içinde ve dışında sürdürdüğü Arapça ve İslami ilimler çalışmalarının ardından, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Hukuku Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı (1989). 1994 yılında aynı enstitünün İktisat Tarihi Bölümü’de doktara çalışmasını tamamlayarak gittiği Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde ders verdi. Halen fıkıh ilim heyetinde müellif ve redaktör olarak hizmet verdiği Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezinde görev yapmıştır. Şuan İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesidir. Türkçe Kitapları İslâm İktisat Düşüncesi Tarihi: Harâc ve Emvâl Kitapları, 2. baskı, Istanbul: Klasik Yayınları, 2004. 272 s. Asr-ı Saâdet’te Yönetim-Piyasa İlişkisi, Istanbul: İz Yayıncılık, 1997. 332 s. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Istanbul: Bilim ve Sanat Vakfı, 1992. 155 s. Türkçe Kitap Bölümleri “Asr-ı Saadette Devlet ve Piyasa İlişkisi”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm (ed. Vecdi Akyüz) içinde, İstanbul: Beyan Yayınları, 1994, III, 403-473. “Medine Pazarı”, İktisat ve Din (ed. Mustafa Özel) içinde, Istanbul: İz Yayıncılık,

1994, s. 7-12. “Asr-ı Saadette Devlet ve Piyasa” Üzerine, Piyasa Düşmanı Kapitalizm (ed. Mustafa Özel) içinde, Istanbul: İz Yayıncılık, 1993, s. 117-122. Ulusal Hakemli Dergilerde Yayımlanmış Makaleleri “Narh Konusuna Yeniden Bakış”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, 7 (2006), s. 257-276. “Mâverdî’nin Ahlâkî, İçtimaî, Siyasî ve İktisadî Görüşleri”, Dîvân İlmî Araştırmalar, 17 (2004/2), s. 219-265. “Şîa Kamu Maliyesi Literatürü”, Dîvân İlmî Araştırmalar, 11 (2001/2), s. 23-55. “Ebû Yûsuf’un İktisadî Görüşleri”, İslâm Araştırmaları Dergisi, 1 (1997), s. 1-18. “Hilâfet ve İktisat: Usûl Üzerine”, Dîvân İlmî Araştırmalar, 2 (1996), s. 95-118. Uluslararası Hakemli Dergilerde Yayımlanmış Makaleleri “Yahya ibn Adam’s Kitab al-Kharadj: Religious Guidelines for Public Finance”, Journal of the Economic and Social History of the Orient, 44/2 (May 2001), s. 103-122. “al-Dawudi: A North African Malikite Observer of the Economic Disorder under the Fatimid Regime”, IIUM Journal of Economics and Management, 7/1 (1999), s. 57-91. “Qudamah ibn Ja’far on Certain Aspects of Political Economy”, al-Shajarah: Journal of the International Institute of Islamic Thought and Civilization, 3/1 (1998), s. 1-33. “Economic Views of Abu ‘Ubayd”, IIUM Journal of Economics and Management, 6/1 (1998), s. 1-21. “Real Estate Market in ‘Asr al-Sa’adah”, IIUM Journal of Economics and Management, 5/1 (1997), s. 1-38. “Socio-Politico-Economic Sovereignty and the Market of Medina”, Journal of Islamic Economics, 4/1-2 (1995), s. 1-14. Hakemsiz Dergilerde Yayımlanmış Makaleleri “Historical Mission of Muslim Businessmen”, Çerçeve, 18 (1996), s. 48-59. “Kureyş’in Ticarî Faaliyetleri”, İktisat ve İş Dünyası, 2 (Mayıs/Haziran 1992), s. 57-64. “İktisadî – siyasî bağımsızlık ve Medine Pazarı”, İktisat ve İş Dünyası, 2 (1992), s. 4-5.

Mehmet Asutay ile İslam Moral Ekonomisi ve İslami Bankacılığın Açmazları Üzerine II (www.dunyabulteni.net sitesinden alınmıştır. Emeği geçenlere teşekkür ederiz) ÜRETİM-TÜKETİM ÜRETEMEZSİNİZ

İLİŞKİLERİNİ

BELİRLEMEDEN

SİSTEM

Müslüman dünya bu problemi aşmak için uzun dönemli düşünüp sistem teorize etmek yerine aceleci ve pragmatist davranıyor. Bu problemi daha da büyütüyor. İbn Kayyım’un dediği gibi: Faizi ortadan kaldırabilmek için öyle kurumlar kurarsınız ki aslında faizden çok daha kötü bir şeyin içine girersiniz. Dolayısıyla o teorik çalışmalar ne yazık ki gelişmeden hemen küt diye durdu. Şu anda, bizim program da dahil dünyada yüzlerce ve binlerce İslam finansı ya da bankacılığı ile ilgili doktora çalışması yürütülüyor. Ama İslam moral ekonomisi dediğim alanda araştırma yapan insan sayısı bir elin parmakları kadar az. Şu an bizim programda doktora yapan 60 kişi var. Bunlardan 3’ü hariç hepsi İslami banka ve finans çalışıyor. Emre:Pratiğe yönelik, piyasada önlerini açabilecek… Asutay: Kesinlikle. Herhalde dünyada İslam political economy dersini veren tek kişi de benim. Dünyanın başka bir yerinde ders olarak bile yok. Dolayısıyla öğrenciler epey zorlanıyorlar, zor geliyor. Çünkü onların beklentileri, bir an önce piyasada bu işler nasıl yapılıyorsa onu öğrenmek. Ama bunun pratik yanı yok; pratiğe gelebilmek için o temeli oluşturabilmemiz lazım. İslam bankası ya da diğer kurumları, bu İslam political economy çerçevesinde ele almaya çalışıyorum. Üretim-tüketim ilişkisidir önemli olan. Üretim-tüketim ilişkilerini, (mods of production) belirleyemiyorsanız farkı kalmıyor. Kapitalizmin çeşitli kurumlarını içselleştirebilirsiniz, o çok problem değil. Ama bu üretim-tüketim ilişkilerini öne çıkartabilmemiz gerekiyor ve bu da aslında mikro temelli bir anlayış. Özellikle 80’lerden sonra zaten ekonomik kalkınmayla ilgili teorik gelişme, mikro temele

inmiştir. İslamın bize söylediği de mikro temelli bir anlayıştır. Yani insandır. İnsanla ilgilidir, insanın tezkiye (arınma) sürecidir. Onun kendisini geliştirme sürecidir. Dolayısıyla burada sizin de dediğiniz gibi aslında en büyük aksaklık teorik olarak bunun kavramsallaştırılamaması. Ve o sürecin birden donup kalması. Ve bunda da o meşrulaştırma sürecinin çok önemli rol oynadığına inanıyorum. Erdoğan: Diğer taraftan kapitalizmin teori haline getirilmesinin yaşanıp ortaya çıkmasından çok çok sonra olduğunu görüyoruz. Yani feodalizmin yıkılışına kadar götürülüyor kapitalizmin ortaya çıkış ve gelişim tarihi. Komünizmin teorize edilmesine bakarsak; Fransız devriminden sonra işçilerin çalışma ve hayat şartlarının işçi ayaklanmalarını doğurması kaçınılmazdı. Sonraki yüzyılda Marks tarafından teori haline getirildi. Biraz önce siz söylediniz mesela; İslam tarihinde İslam ekonomisi yaşanıyordu, pratize edilmişti. İnsanlar ekonomik sorunlarını da bir şekilde çözüyorlardı, teorilerini geliştiriyorlardı ve yaşama geçirmişlerdi. Ama bunu bir sistem olarak algılamamışlardı. Belki öyle bir ihtiyaç da duymamışlardı. Çünkü öyle bir meydan okumayla karşı karşıya değillerdi. Buradan kalkarak bugüne geldiğimizde; bugün, 20-21. yüzyılın özelliği midir, bir düşüncenin önce bilimsel, teorik olarak üretilmesi, sistem olarak ortaya konması ve sonra uygulamaya geçilmesi? Böyle bir ihtiyaç mı var önümüzde? Asutay: Aslında güzel bir nokta… Herhalde biz de bir şekilde kendimizi modern olarak açıklıyoruz, o eleştiriyi kabul ediyorum. Ama öbür taraftan içinde bulunduğumuz bir de çıkmaz var. O çıkmaz da Müslüman ekonomilerin ciddi şekilde kapitalizme entegre olmuş olması. Dolayısıyla yaşanan problemler de kapitalizmin problemi, başarılar da kapitalizmin başarısı. Bunun için de, mesela ben Türkiye’de bir işçi hareketini görmüyorum, olmayacak da, olmadı da zaten hiçbir zaman. Sonunda üretim ve tüketim ilişkilerine geliyorsunuz… Üretim ve tüketim ilişkileri zorlamıyor bir şeyi. Batıda dediğinizi kabul ediyorum, tecrübelerin daha sonra sistematize edildiğini görüyoruz. Ama öbür taraftan üretim-tüketim ilişkilerinde bir değişme oluyor. Yani bakıyorsunuz feodal yapı var… Üretim-tüketim ilişkilerinde sadece bölüşümün dereceleri değişiyor. Ama bizim toplumlarımızda bunu yaşamadık. Dolayısıyla Türkiye’de işçi sınıfı da işveren sınıfı da yok. İş adamları var ve işçiler var. Sınıf olmadığı için, o tarihsel süreci yaşamadık. Yani Türkiye de işçi de sağcıdır. Gidip sağ partilere oy verir. Bu realite. Çünkü sınıf değildir.

Emre: İşçiler sol partileri destekliyor… Asutay: Neden? Çünkü kırılma noktası sermaye ile işçi arasındaki çelişki değildir. Bunun başka siyasi sebepleri var. Türkiye’de kırılma noktası din olmuş ve sağ-sol ayrımı çıkmıştır. Böyle bir realiteyi de yaşıyoruz. Dolayısıyla bizim içinde bulunduğumuz durumda var olan kapitalizmi yaşıyoruz. Ve tarihsel olarak yaşanmış olanları, kurum tecrübelerini tamamen unutmuş durumdayız. Sadece Türkiye’de değil Müslüman dünyada hafızalar tamamen silinmiş durumda (memory-lost). Dolayısıyla tarihi tecrübeden hareket ederek üretemiyoruz. Dolayısıyla bizim bütün çabamız biraz da kendimizi ispatlama çabası aslında. Kimse hatırlamadığı için söylüyoruz tarihte olup biteni, söyleneni, üretileni. Ben İstanbul Üniversitesi, İktisat’ta okudum. Kimse bana İbn Teymiyye’nin delice bir piyasa ekonomisti olduğunu, ama aynı zamanda piyasayı kontrol etmeye çalıştığını öğretmedi. Budur, hafıza kaybı var. Ha bizim yapmaya çalıştığımız işte onu ortaya çıkartabilmek. Yani Adam Smith’den önce Gazali işgücünün dağılımından (division of labour) bahsetmiştir. İkisinin kullandığı örnekler de o kadar yakındır ki…

Emre: İbn Haldun’da da, “esas sermaye emektir” açıklaması var… Asutay: Evet. Bir fabrikada işgücü nasıl dağılıyor birisi, yanılmıyorsam, iğneyi; diğeri çivi örneğini mi kullanarak anlatmış. Adam Smith 1776’da ilk kitabını yazmış Gazali 1100’de. Yani entelektüel olarak da tarihi birikim var. Mesela 20. yy’ın önemli ekonomistlerinden Schumputer, ekonomik düşüncenin gelişmesi açısından ortaçağ karanlıktır, gelişme yaşanmamıştır.” Çünkü o dönemde egemen olan Müslüman düşüncedir. Ve Müslüman düşünceye baktığımızda Gazali’den İbn Haldun’a, İbn Teymiye’ye, birçok düşünür vardır. Bunları bizde de olduğunu ispat etmek için anlatmıyorum ama ciddi çalışmalar yapılmış. Bir entelektüel temel ve kurumsal örnekler var. Bizim önce teorisini üretmeye çalışmamızın sebebi

hafızanın kaybıdır. Tekrar hatırlatmamız gerekiyor. Bunu yaparken de “insan hakları” örneğinde olduğu gibi, bakın bizde de bu vardı anlamında değil, ama hafızayı geri getirmeye çalışmamız gerekiyor. Dolayısıyla teorik çalışmanın da öne çıkmasının sebebi o. İctihad mekanizması işlemeye devam etseydi nasıl gelişirdi bilmiyoruz. Biz o bin yıllık süreç içerisinde gelişme nasıl olabilirdi tahayyülünden hareket ederek, üretim-tüketim ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini tayin etmeye çalışıyoruz. Erdoğan: Artısıyla, eksisiyle yaklaşık kırk yıllık bir İslami bankacılık deneyimi var önümüzde. Müslümanların modern dünya ve kapitalist ekonomi karşısında kendi referanslarından hareketle her alanda düşünsel ve pratik olarak kendilerini yeniden üretme çabalarında İslami bankacılık deneyimini bir mihenk taşı olarak, bir aşama olarak kaydedebilir miyiz? Asutay: Sermayenin gelişmesi konusunda var olan İslami bankaların faydası olduğuna inanıyorum. Sermayenin gelişmesi babında olduğunun altını çiziyorum. Neoklasik ekonomiden bildiğimiz üzere finansal kalkınma ve gelişme finansal metotların çeşitlenmesi ve gelişmesine de katkısı olur. Mesela İbrahim Vardar 2000’de çıkarttığı kitapta Türkiye’deki bu bankaların açılmasıyla 50 milyar dolar miktarında bir paranın sistemin içine girdiğini söyler. İnsanların sistemin dışında, yastık altında tuttuğu paralar sisteme katıldı. Bu tür faydaları oluyor. Ama bence İslami ekonomi ve finans bağlamında entelektüel düşünce anlamında aslında bizi geriletti. Çünkü kimse sistem çerçevesinde o büyük fotoğrafı görme çabası içerisinde değil. Pragmatist bir şekilde İslami finans krize karşı da çok başarılı oldu denerek bir tembellik yerleşmiş durumda.

ELEŞTİRİYİ ALLAH’IN AYETLERİNE ELEŞTİRİ OLARAK ALGILIYORLAR Mesela Malezya’dan İslam moral ekonomisi ya da politik ekonomi konusunda ciddi çalışmaların çıkmasını beklerdik. Ama ne yazık ki her tarafta ciddi şekilde bankacılık ve finans konuşuluyor. Malezya İslam Üniversitesindeki birçok akademisyen de finans ya da bankacılık sektörüne geçtiler. Bu bağlamda entelektüel süreçte problem var. Bir de İslam Bankacılığında çalışan arkadaşlarımız eleştiriler konusunda çok rahatsızlar. Çünkü Hegelyen bir anlayışla İslam bankacılığının Allah’ın kendisini finansal sektörde kendisini göstermesi olarak yorumluyorlar. Dolayısıyla İslam bankacılığına getirdiğiniz

eleştirileri de Allah’ın ayetlerine karşı eleştiri olarak görüyorlar. Bu tür problemler var. Mesela benim yaşadığım bir örnek var: Pakistan İslam Üniversitesinden mezun 2 tane öğrencim vardı. Onlara kritik düşünme dersleri de veriyordum. Bu iki öğrenciden İslami finansal enstrümanları eleştiren bir makaleyi kritize etmelerini istedim. Çocuklar gelip biz bunu yapamayız dediler, neden dedim, burada İslami finans eleştiriliyor, İslami olanı nasıl eleştireceğiz, dediler. Emre: Malezya ve Körfez sermaye oralarda yoğunlaştığı için öne çıktı aslında. Buradan geçmişe baktığımızda, tarihsel olarak Malezya’nın İslam medeniyetine entelektüel bir katkısı yoktur… Asutay: Evet, yoktur. Emre: Literatürü bile müsait değildir. Yani bir entelektüel altyapıları zaten yok. Körfez bölgesi 50 yıl öncesine kadar devlet sistemi gibi kompleks ilişkilerin olduğu bir yer değil. Böylesi bir derinlik de yok, teorik olarak. Evet bu entelektüel birikime ulaşabilirler ama bir model üretme şansları yok. Dolayısıyla üretmesini bekleyeceğimiz yerler, diyelim Mısır olabilirdi, hiç sesi çıkmadı. Tarihsel olarak Türkiye olabilir ama burada da yeni yeni kıpırdanmalar olsa da, kopukluklar var. Model olarak ortaya çıkan bölgeler de bu tür kurak coğrafyalar… Asutay: Evet. Emre: Pakistan, zaten sömürgecilikten çıkmış bir yer. İslam Üniversitesi deneyimleri de zaten bilginin islamileştirilmesi projesinin bir süreci olarak devam ediyor. Dolayısıyla oradan böyle bir beklentiye girmek de yersiz aslında… Asutay: Size katılıyorum ama en azından tartışmalar orada başladı. Malezya’da, biraz önce off the record konuşurken dediğimiz gibi, kitapçı bile bulamazsınız. Söylediğim gibi, başlangıçta burada İslam ekonomisi çalışmaları biraz kimlik arayışı olarak ortaya çıktı. Malezya İslami Finanstan neden bahsediyor? Çünkü kendisini diğer azınlık gruplara karşı ayırt etmeye çalışıyor. Pakistan ise zaten tamamen İslami kimlik arayışıyla oluşturulmuş… Emre: İddiası, varlık sebebi…

Asutay: Evet. Dolayısıyla temelleri olmasa da kendilerini ifade edebilmenin bir yolu, meşrulaştırma aracı olarak kullandılar. Arap Dünyasında ise aslında oldukça ciddi şekilde tarihsel materyal var. Mesela Osmanlı’da düşünsel olarak o tarihsel materyali fazla bulamıyorsunuz. Osmanlı’da vakıf, ahilik vs. kurumlar var ama o daha önce Emeviler ve Abbasiler dönemindeki entelektüel birikimin sonucu olarak ortaya çıkmış. Osmanlı ekonomiyi, en azından ekonomi politik anlamında devam ettirememiş. Emre: Birikimi kullanmış, var olan entelektüel sermayeyi hayata geçirmiş aslında… Asutay: Evet, ama geniş anlamlarda hayata da geçirmemiş. Çok daha dar anlamlarda yapmış onu. Yani aslında entelektüel sermaye var ama ne yazık ki 20. yy ve hatta daha öncesinde onu kullanabilecek beşeri sermayede ciddi problemler yaşanmış ve şu anda da yaşıyoruz. Beşeri sermaye, tahayyül yok, çünkü zenginliğin verdiği bir rahatlık var.

İSLAMİLEŞTİRMEK YERİNE OTANTİK İSLAMİ ENSTRÜMANLAR GELİŞTİRİLMELİ Türkiye’de belki şu anda da bunu yaşıyoruz. AKP’nin dağıtmaya çalıştığı zenginlik içinde insanlar rahat hissediyor. Yani Müsiad eski başkanının insanların zenginleşmesinin ne kadar güzel bir şey olduğunu, camideki insanların ayakkabılarının markalı olmasından ne kadar heyecanlandığını anlatması ilginçtir. Bu aslında hiç bir şey ifade etmez. Çünkü üretim sisteminin ilişkileri değişmiyor; onlar hala işçi kalacak siz hala patron kalacaksınız. Buralarda problem var; hatta biraz daha öteye gidersek, aslında bu İslami finansal enstrümanlarda da problem var. Çünkü bunlar İslamileştirilmiş enstrümanlar. Yani kurallar aynı ama uyduğu için kabul edilmiş. Dolayısıyla şu andaki ihtiyaçlarımıza uygun daha otantik enstrümanlara da ciddi şekilde ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Mesela teberrruh neden ortaya çıktı? İslami bankalar ama aniden nakit ihtiyacına giriyorlar. Aniden nakit ihtiyacını karşılayabilmek için teberruhu geliştirdiler. Teberruh, repoya çok benzeyen bir uygulamadır. Çok ironik bir şekilde Suudi Arabistan’da reponun haram olduğu ifade edildi. Fakat diğer taraftan bir tane pirinç dolu koca bir hangar üzerinden işlem yapılmaya başlandı. Pirinç hiç hareket etmiyor, sadece kar üstünden aldım-verdim-sattım oluyor, böyle para yaratılıyor

son dönemde… Çünkü para piyasaları yaratıyorsunuz, para piyasalarını nasıl geliştireceksiniz, işte bu tür enstrümanlarla. Ama çok daha otantik enstrümanlar geliştirmesi konusunda da ciddi çaba da yok. İşte asıl problem bu. Erdoğan: Türkiye’de mesela kürsüsü olmayan, ders müfredatına bile girmeyen bir konu olan İslami Finans dersleri veriyorsunuz İngiltere’de. Biraz önce söylediniz; 60 kişilik bir doktora kadrosu var konuyu çalışan. Bunu neye bağlıyorsunuz, İngiltere veya Amerika niye ilgi duyuyorlar bu konuya? Asutay: İngiltere’nin konumu farklı. Amerika’da bir hayli doktora çalışması var ama mesela master programı yok. Bizim hem master programımız hem yaz okulumuz hem doktora programımız var. Ve İngiltere’de tek üniversite de biz değiliz. Ayrıca Fransa’da da Strasbourg Üniversitesi bünyesinde Paris’te bir enstitüde bu ders var ve ben de orada ders veriyorum. İngiltere’nin konumu biraz farklı galiba. Bu konum farklılığı da İşçi Partisi zamanında ivme kazanması ile ilgili. Şu andaki muhafazakarlarda durum nasıl olacak onu göreceğiz. İşçi Partisi tabii temelde orada sermayeye ulaşma bağlamında hareket etti, bu önemli. Yani körfezdeki sermayeyi İngiltere’ye çekebilme amacıyla… Emre: Körfezle olan özel ilişkisi etkin olmuş… Asutay: Özel ilişkiler, ama diğer taraftan Tony Blair’i çeşitli konularda eleştirebiliriz haklı olarak, eleştirilmeyi de hak ediyor. Ama İngiltere’deki ya da Birleşik Krallık’taki toplumların, değişik azınlık gruplarının ihtiyaçlarına da cevap vermeye hevesli bir hükümetti. Mesela Gordon Brown ciddi şekilde dinin ekonomik ve finansal hayat içerisinde etkisi olduğuna inanan bir insan ve zaten kendisi de ciddi şekilde Katolik arka plandan geliyor. Bu arada İşçi Partisi muhafazakarlara göre her zaman çok daha dindar bir partidir. Çünkü İşçi Partisinin temelinde din vardı zaten, kilise vardı; kilisenin işçileri harekete geçirmesi ile oluşmuştu. Mesela, Gordon Brown’ın hazine bakanı iken bizim organize ettiğimiz bir programda yapmış olduğu bir konuşma vardı. Herkes böyle şok oldu; çünkü yaptığı referanslar, bizim yaptığımız referanslar ile aynıydı. Finansın dışında toplumsal gelişmeyi nasıl sağlarız? İnsanları nasıl aktivite ederiz? Bu bağlamda İslam Ekonomik tahayyülünden bahsetti. Çünkü onun da inancında ekonomik kalkınma ancak toplumsal paylaşımla mümkün olabilir. İslami finansı açıklarken de verdiği hadis örnekleri ya da Kuran’dan ayetler hep bunu refere etti. Dolayısıyla kapitalist karakterlerinin yanı sıra Londra İslami finansın merkezi

olsun diye ciddi şekilde çalıştılar. Durumu açıklayan başka bir ilginç anekdotu aktarayım: 96’da kendisiyle tanıştığım konferansta, İslami Finans İngiltere’de mümkün mü diye tartışılıyordu. Kendisinin çok istediğini ama regülasyon olarak çok zorlanacaklarını söyledi. Dolayısıyla bir tane ‘working party’ kuruldu. Working Party İngiltere finansal sistemini, vergi sistemini vs. inceleyip İslami Finans nasıl olur, uygun olur mu tartışmalarını yürüttü. Ama o arada çok ilginç bir anekdotunu anlattı: Seneler önce Merkez Bankasında çalışmaya başladığında yeni taşınan bir komşusu, Asyalı Müslümanlarmış. Onlara hoşgeldin demeye gittiğin de ev sahibi olmaktan çok memnun olduklarını ama bunu faizle yapmak zorunda oldukları için çok üzüntülü olduklarını ve bundan rahatsız olduklarını söylemişler. İşte ilk defa o zaman fark etmiş, insanların farklı finansal ihtiyaçları olduğunu. Ben bir gün demiş Merkez Bankasının başkanı olursam elimden geleni yapacağım. Onlar da “biz de bunun için dua edeceğiz.” demişler. Sonra Merkez Bankasının başkanı oldu ve emekli olana kadar ciddi şekilde İslami Finansın mümkün olabilmesi için çaba gösterdi.

İSLAMİ

FİNANS

DAVALARI

İNGİLTERE

MAHKEMELERİNDE

GÖRÜLÜYOR Farklılıkları algılama, onlara saygı duyma ve cevap verme anlayışı da çok önemli. Mesela şu anda İngiliz yetkilileri, daha önce sorduğunuz soruda Vogel’ın söylediği gibi, “şer’i hükümlerin İngiltere’de sivil mahkemelerde kabul edilmesini” tartışıyorlar. Biliyor musunuz; dünyadaki İslami Finansla ilgili anlaşmazlıkların çözüldüğü mahkemeler de İngiltere mahkemeleridir. Çünkü sivil, yani kodu, kanun maddeleri olmayan mahkemelerdir. Shariah schoları (İslam bilginleri) bilirkişi tayin edebilmektedir. Bunu Türkiye’de ya da işte başka ülkede yapamazsınız. Erdoğan: Fransa’da durum nasıl? Asutay: Fransa, özellikle modernitesini oraya ayarlamış bir ülke olarak Türkiye bağlamında iyi bir örnek. Özellikle Sarkozy hükümeti zamanında ciddi gelişme yaşandı. Sarkozy hükümeti İslami Finansın parçası olmaya çalışıyor. Tabii bunların bütün amacı, sermayeyi ülkelerine çekmek. Aslında azınlık dinamiklerine bakarsak Fransa’da İngiltere’ye göre çok daha büyük gruplar var. Diğer taraftan laisizm…

Erdoğan: Katı bir şekilde uygulanan laiklik… Asutay: Her bankanın, biliyorsunuz, şeriat kurulu var. Şeriat kurulunu nasıl laik bir sistemin parçası haline getireceksiniz. Onlar da çok pragmatik davrandılar; ben bunu çalıştım- nerede İslami Finansa yakın şeyler bulabiliriz diyerek tarihsel olarak Fransa’daki kanunları incelemişler. Ve sonunda yanılmıyorsam, 1700’lerde faizin yasaklanmasıyla ilgili bir kanun bulmuşlar. Aslında kanunun şartları var, ama bunlar onu almışlar ve pragmatik bir şekilde kullandılar. A.E: Kapitalizmin avantajı denilen şey de bu herhalde; ekliyor bünyesine farklılıkları… Asutay: İslami Finans da bunu sağladı işte. Ama tabii entelektüel bir dönüşüm de var, bu da çok önemli. Mesela Suudi Arabistan King Abdulaziz üniversitesi İslami Finansla ilgili bir kürsü kurdu. Mesela Strasbourg Üniversitesinde benim de ders verdiğim master programı var, bir program, Fransa’da ihsan kaynaklı bir sistemle olayları anlatabiliyorsunuz. Bir çok genç ciddi şekilde şu anda İslami Finansla ilgili arayışlar içinde. Örneğin Fransa’daki pragmatik gelişme muhtemelen daha yapısalcı bir gelişmeye dönebilecek diye umut ediyoruz. Erdoğan: Almanya’da var mı çalışmalar? Asutay: Almanya’nın durumu çok ilginç. Almanya devlet için değil ama oradaki bir proje için sukuku (İslami tahvil) piyasaya süren ilk ülke. Ama ondan sonra gelişme yok. Bu da taleple ilgili. Mesela oradaki Türkiye’li Müslümanların ciddi şekilde talepleri yok bu konuda. Ben bunu milli devlet anlayışıyla açıklıyorum. Mesela İngiltere’ye gelen Müslümanlar o milli devlet sürecini kendi ülkelerinde yaşamamışlar, dolayısıyla taleplerini çok rahat ifade edebiliyorlar. Türkiye’den gidenler milli devlet terbiyesini aldılar, uslandırıldılar ve dolayısıyla devletle olan ilişkilerinde kendilerini ifade edemiyorlar. İngiltere kolonileri idare etmiş bir ülke olarak daha rahat.

Emre: Mehmet Genç Hocanın bu noktada açıklayıcı olabilecek ilginç bir tespiti var. Bilmiyorum katılıyor musunuz; Osmanlı 1800’lerin başlarına kadar kapitalizme bilinçli olarak direndi, klasik düzenini devam ettirdi. Yani Avrupa’daki gelişmelerin farkındaydı ve fakat bu gelişmelerin kendi değerler sistemine aykırı olduğunu bildiği için bilinçli olarak direndi. Fakat Sanayi Devriminin sonuçlarıyla yarışamayacağını anladı ve yavaş yavaş teslim oldu. Yani kırılma 1800’lerin başı itibariyle yaşandı. O klasik Osmanlı gitti yeni bir dünya görüşüne yolculuk başladı. O kırılma çok önemli tabi; yeni toplumsal üretim ilişkilerine geçiyor, toplumsal yapıyı değiştiriyorsunuz. Dolayısıyla buna uygun cevaplar geliştirmeniz lazım. Bunun teorik arka planını hazırlamanız lazım. Belki sorulması gereken şu; Sanayi Devrimi Müslümanların eli ile gerçekleşmiş olsaydı, bunun ekonomik politiği nasıl olurdu? Asutay: Evet. Emre: Ortaya kapitalizm türü bir şey mi çıkardı yine, yoksa başka bir yapılanma mı? Asutay: Bizim eksiğimiz aslında orada. Toplumsal, ekonomik ve finansal gelişmeler olurken acaba ictihad kapısı kapanmamış olsaydı ictihadın ne tür bir etkisi olurdu, ne tür cevaplar geliştirirdi? Acaba dediğiniz gibi kapitalizmi mi üretecekti? Hafıza kaybı yaşamamızın, tecrübelerden bir yere varamamamızın bir sonucu hep, şu anda yaşadığımız ve sorgulayıp cevaplar bulmaya çalıştığımız şeyler.

HZ. İSA’NIN GELENEĞİNİ SÜRDÜREN BATI, KAPİTALİZMİ NASIL

ÜRETTİ? Osmanlıda olduğu gibi, Müslüman toplumlar ticaret toplumları olarak geliştiler. Bu sebeple sistem anlayışı geniş anlamıyla çok gelişmemiş. Çünkü ticaret çok fazla sistemi de gerektirmeyen bir olay. Ama üretim-tüketim ilişkilerini değiştirebilecek öyle bir kırılma yaşayabilmiş olsaydı… O geçişi yapamadılar zaten. O geçişi yapabilmiş olsalardı, nasıl bir ilişkiler ağı ortaya çıkacaktı, o da ilginç. Mesela açmaza örnek olarak ileri sürdüğüm şeylerden birisi, Hz. İsa’nın ibadethaneden çıktığında ve Yahudilerin hemen ibadethanenin kenarında para sarraflığı yaptıklarını görerek onları dağıtmasıdır. Ama onun geleneğini sürdürdüğünü iddia eden batı dünyası kapitalizmi üretti. Emre: Evet. Asutay: Arkasından parayla içli dışlı yaşamış bir Müslüman toplumdan bahsediyoruz. Allah’ın Resulü kendisi tüccar… Öbür tarafta sosyal ekonomiden bahsediyoruz… Böyle bir paradigma da var aslında, açmaz da var.

FİNANS SEKTÖRÜ DEĞİL REEL EKONOMİ ESASTIR Emre: İslam Medeniyeti ekonomi alanında ticari ilişkileri çok esaslı temellendirmiş. Fakat finans sektörü bağlamında Müslümanların yeterli formulasyonları geliştiremediğini görüyoruz. Asutay: İslam’da finansal bir alan hiçbir zaman oluşmamış. Finansla ile financing arasındaki fark ortaya çıkıyor. Yani finans amaç değil sadece araç olarak kullanılmış. Emre: Değer olmamış… Asutay: Değer olmamış. Ama batıda bir değer haline gelmiş. Ticareti kolaylaştıracak bir mekanizma olarak düşünülmüş. Dolayısıyla öyle bir değer oluşmamış hiçbir zaman. Bu da reel ekonomiye bağlı olmasıyla ilgili. Emre: Komikleşen pirinç örneğinde olduğu gibi… Asutay: Her ne kadar hile olsa da ama hala o ilkeye bağlılık söz konusu. Çünkü kağıtta türev yapmıyor, yine pirinç üzerinden yapıyor. Finansalla financing

arasındaki farklı Müslüman dünya her zaman yaşamış. Emre: Çelişki mecburen olacak; çünkü İslamın önerdiği insan ve toplum modeli kapitalizmden de sosyalizmden de farklı. Asutay: Tabii. Emre: Ne sermayenin tekelleşmesini ne de sonsuz bir tüketimi ve büyümeyi öneriyor. Daha mütevazi daha insani bir dünya öneriyor. Asutay: Kesinlikle. Emre: Biri çok aç gözlü, öbürü yetinmeyi öğütlüyor. Arada kapanması mümkün olmayan farklılıklar var. Asutay: İslam politik ekonomisinin metodolojisine baktığımızda da fark ortaya çıkar. Neo-klasiklerin tanımladığı insan egoisttir. Öbür tarafta sosyotropi dediğimiz sosyal olana değer veren insan vardır. Neo-klasizmde bize öğretilen fayda fonksiyonudur; siz faydanızı maksimize etmeye çalışırsınız. Ama mesela İslam’ın bizim kurumsallaştırmaya çalıştığımız fayda anlayışı ise 3 boyutludur. (1) İnsan bu dünyaya yönelik tüketir. (2) Bu dünyada sosyal olarak yaptıkları vardır. (3) En önemli boyutu; bunun ahireti vardır. Dolayısı ile siz sadece bu dünyayı maksimize edemezsiniz; öbür dünyayı da düşünmek zorundasınız. Emre: Şu çok ilginç; Bosna Avusturya imparatorluğuna devredilince Boşnakların yeni Avusturya yönetiminden bazı talepleri olmuş. Bunların arasında faizsiz banka var. Asutay: Evet. Emre: O tarihte (1900’lere gelmeden) faize bulaşmak istemediklerini ifade etmişler. Erdoğan: O zaman bankacılık tarihinin başından beri Müslümanların kafasında böyle bir soru işareti belirmişti. Emre: Olmaması mümkün değil. Asutay: Afgani’ye, Abduh’a bakarsak İslamın kendini yenilemesi, yeni kurumların oluşturulması sürecinde o tür arayışlar vardır. Ama bunlar kurumsal olarak dillendirilmemişlerdi. Yani nasıl olması gerektiğini söyleyememişlerdi. Ama bu tip

problemleri ifade etmişlerdi. Zaten her şekilde Müslüman düşünürlerin ya da ulemanın çalışmalarında her zaman bir ekonomi kısmı olmuştur. Bunu dışarıda bırakmadılar. Ama asıl cevapsız kalan, özellikle 19-20. yy’da bunun nasıl şekillendirileceği sorusuydu. Ne yazık ki artık bu süreçte beşeri sermaye, insan kaynaklarında da düşüş yaşandığı için çözümler geliştirememiş ama bu ifade edilmiştir. Bu Abduh’ta da Afgani’de de vardır.

İSLAMİ FİNANS KREDİLERLE ALIŞKANLIKLARINI SÜRDÜRÜYOR

KAPİTALİST

TÜKETİM

Emre: Hiç olmazsa bunun bir soru olarak sürekli gündeme getirilmesi lazım. Bugün Türkiye’deki İslami finans kurumları normal banka gibi çalışıyor. Hiçbir farkı yok… Asutay: Tabi, hiçbir farkı yok. Emre: Ama insanlar oraya gidince sanki bütün parası faizden münezzeh, korunmuş gibi algılıyorlar. Halbuki aynı işlemi yapıyor. Bir adım sonrasında -ki şu anda da oluyor bu- artık normal bankacılık işlemleri devreye giriyor. Mesela arabasını yenilemek için kredi alıyor… Asutay: Oradaki problem, üretim ve tüketim modeli (mods of production) geliştirememesi ve var olanın meşrulaştırılması. Ama bakıyorsunuz İslami finans aynı şekilde, dediğiniz gibi, tüketici kredileriyle kapitalist tüketim alışkanlıklarını sürdürüyor. Mesela Körfezdeki bir İslami bankanın yaptığı reklamlardan biri; “Neden düğününüzü Bahama’da yapmayasınız?” Erdoğan: Sizin örnek olarak söylediğiniz Zemzem Tower reklamları da çok manidar. Asutay: O da sonuçsallık düşüncesinden hareket edilmeden finanse edilmiş projelere örnek. Kâbe’deki Zemzem otel, İslami finansla finanse edilmiş. Bu kabul edilmeyecek bir şey. Biz bunu konuştuğumuz zaman, bunun fetvasını veren ilahiyatçı (shariah scholar) neden itiraz ettiğimizi algılayamadı bile. Ona göre para vardı, bina yapıldı, nedir problem. Şimdi diyorsun ki orada tarihi, çevreyi perişan ettiniz. Onun dışında ibadette eşitlik kalktı ortadan. Bir de reklamı var; otuzuncu katta balkonda oturmuş, ayaklarını uzatmışsın…

Emre: Kâbe ayaklarının altında. Asutay: Kâbe de aşağıda. Yani bu tür problemleri adam algılayamadı bile. Emre: Teorik olarak faize bulaşmamış parayla yapsa bile bu gayri İslami bir şey. Asutay: Kesinlikle. Benim tahayyül ettiğim İslami finansın öyle bir projeye girmesi mümkün değil. Mesela bunu çok ciddi olarak tartıştık. İsviçre bankası UBS Hasankeyf’teki baraj projesinden çekilme kararı aldı. Çünkü gelen baskılara dayanamadı. Orada çevre, tarih… etik olarak problemler olduğunu fark etti, çekildi. Şimdi İslami banka neden böyle bir projeden çekilemez? Zaten girmemesi gereken bir proje. Erdoğan: Ve yapım aşamasında bu sermayenin danışmanları nasıl böyle bir itirazı ortaya koyamadı? Asutay: Onlara göre o denklemin içinde bir problemler yok. Dediğim gibi sonuçları dikkate alınmaksızın sadece A ile B arasındaki ilişkiye bakılıyor… Erdoğan: Bina yapmak helal mi haram mı… Asutay: Bankaya gidip bize çelik al demişler. Çelik haram değil zaten. Almış yapmış. Shariah scholar da bunda bir problem var dememiş. Ben bunu Şeyh Nizam Yakubi’ye sorduğum zaman, benim Türkiyeli olduğumu bildiği için Zemzem Tower’ın alanında yıkılan Osmanlı kalesinden dolayı milliyetçilik yaptığımı düşündü. Anlayamadı bile olayı. Bu çok ciddi bir problem. Emre: Haccın bizatihi kendisi kıyamet anını, ahireti, mahşeri bizatihi prova ettirerek o ruhu yaşatır halbuki. Neden dikişsiz ihram giyiyoruz o zaman, herkes grand tuvaleti ile gelsin… Asutay: “İnsanların kalacağı yerlere ihtiyaç var” diyorlar. Müslüman dünyada kişi başına gelirin ne kadar olduğunu biliyor musunuz siz, orada kim kalacak? Yani Bangladeş’ten gelmiş olan zavallı adam hayal bile edemez…

Emre: Kimin hangi ihtiyacını karşılıyor? Asutay: En çılgın tahayyüllerinin bile ötesinde. Zaten orada bir gecede harcayacağı parayı adam bütün seyahatine ödemiş. Emre: 80’li yıllarda borsa yeni yeni yaygınlaşıyordu. Beşiktaş’ta bir toplantıda “borsadan hisse alıyorsan ortak olmuş oluyorsun, dolayısıyla iş ortağısın, ne sorun var bunda” türünden açıklamalar yapılıyor. Arkadaşlardan birinin şu lafı ironik bir şekilde durumu özetledi: “Sen şimdi Sabancı’dan hisse aldıktan sonra yolda Sabancı ile karşılaştığında ne haber ortak mı diyeceksin?” Asutay: Shariah scholar (ilahiyatçılar) olayın farkında değil, bilmiyorlar. İyi eğitim almamışlar, baskı altındalar. Mesela Pakistanlı Şeyh Taqi Usmani, herkesin saygı duyduğu birisidir. 2008’de sukuk denilen tahviller çıktığında İslami tahvile karşı ciddi bir karşı pozisyon sergiledi. Önceleri kabul etmişti ama sonra tavır koydu. Ve onun tavır koyması çok önemli. Oldukça heyecanlandık biz. Ama ne yazık ki birkaç ay sonra pozisyonunu değiştirdi. Çünkü endüstri ciddi şekilde baskı yaptı. Yani belirleyici olan kim, onu söylemeye çalışıyorum. İslami bir bankada çalışan bir arkadaş bir tecrübesini anlattı: Ben şeriatı bilmiyorum ama ben finansı çok iyi biliyorum diyor. Ben bir product (ürün) oluşturdum, bizim bankanın şeriat kurumunun başındaki kişiye anlattım bu olayı. Bana bakışından beni anlamadığını anladım diyor. Tekrar açıkladım, anladınız mı, gene anlamadım diyor. Sonra şeriat kurulunun başındaki shariah scholar; “senin niyetin ne” demiş. Şimdi adamın niyeti kötü değil, bir şeyler yapmaya çalışıyor. O da açıklamış yapmaya çalıştığımız bu. “Ha senin niyetin iyi demiş, tamamdır.”

demiş ve kabul etmiş. Olayı anlamıyor. Tamam, çocuğun niyeti ama söz konusu olayın sonuçları ne olacak? Sorunsallık ilişkisini kuramıyor. Oluşturulmuş olan ürün ne kadar iyi niyeti yansıtıyor o da bilmiyor zaten onun için sana geliyor. Dolayısıyla böyle bir dinamiği yaşıyoruz ciddi şekilde. Mesela Prof. Gamal, Amerika Rice Üniversitesinde, endüstri tarafından dışlandı şu anda. Sharia scholarlar pozisyonlarını kullanarak yaptılar bunu. Sharia Scholarlara ciddi tepkiler var ama kabul etmiyorlar. Mesela İspanya’da İslam ekonomisi çalışmaları başladı. İslam Ekonomisi Merkezi kuruldu. Emre: Nerede? Asutay: Madrid’de. Orada dünyaca ünlü bir business school var, onun bir parçası olarak kuruldu. Açılışında aynı zamanda ekonomi profesörü bir shariah scholar konuştu. İspanyol bürokratları ve akademisyenleri vardı. Onlar “böyle dünyayı kurtaracağız havasına girmeyin” dediler. Bizim shariah scholar da gülerek, tepeden bakar bir şekilde “ya olur mu biz çözdük bunları” dedi. Yani kabul ediyoruz tamam, farklı bir şeyler yapıyorsunuz ama bu havada olmayın. Daha önce dediğim o Hegelci anlayışta, bu Allah’ın kendini dünyadaki ifade tarzı, dolayısıyla bütün finansal problemleri de rahatlıkla çözebiliriz havası hakim. Ama aslında o entelektüel temelimiz yok şu anda. Erdoğan: İslam hukukçuları, fakihler içe kapalı bir anlayışta ve modern sorunları anlayabilecek, çözüm üretebilecek entelektüel birikime sahip değiller. Diğer tarafta ekonomistler de pozitivist bilime saplanmış durumdalar… Asutay: Evet. Bu yüzden moralist bir ekonomi havası yaratmamız gerekiyor diyoruz. Emre: Bir günlük bir mesele değil tabi bu. Belki 500 yıllık… Bizatihi fıkıh anlayışının sadece fetvaya indirgenmesi problemli. Halbuki fıkıh yöntemdir, metottur. Bütün dünya görüşünü kapsayan bir şeydir. Daraltılıp helal mi, haram mı noktasına indirgenince bu tür problemler ortaya çıkıyor. O geniş perspektifi Müslümanlar koruyup bugüne taşıyabilselerdi farklı olurdu. Bu da gelenekleri oluşmuş kurumlarla olurdu. En önemli kurum olarak devlet, siyasal yapı yok bunu besleyecek. Şimdi Türkiye’de kim yapacak bunu; ilahiyatçı akademisyenler mi?

Aslında alim yok. Alimin yetişebileceği kurum yok. İlahiyatçı modern akademisyendir. Arap dünyasındaki kısmen geleneksel yapı devam etse de onların da dünyadan haberi yok. Sadece birbirini tekrarlayan ve 500 yıl öncekini bugüne taşıyan bir işlev görüyor. Soru sorduğunda soruyu bile kavrayamıyor. Faiz ne, enflasyon ne, borsa ne… Yani ben ne kadar anlamıyorsam ilahiyatçı da o kadar anlamıyor. Asutay: Kesinlikle katılıyorum buna. Yani bu tür dramalar içindeyiz. Çaba önemli tabii, çaba göstermek zorundayız. Ve çok az, 3-5 kişi de olsa ekonomi politiği moral ekonomi bağlamında çalışanlar var. En azından onların çabalarını bir araya getirmeye çalışıyoruz. Emre: Türkiye’deki muhafazakarlaşma bu tür çabaların üstüne sünger çekti son dönemde… Asutay: Türkiye’de Anadolu Kalvinizmi söylemi insanların hoşuna gidiyor. İslam’ı kapitalizmle açıklama konusunda problemi yok insanların. 2009 Nisan ayında G-20 toplantısı vardı Londra’da, başbakan da gelmişti ve Oxford İslamic Center’da başbakan bir konuşma yaptı. Konuşması gerçi medeniyetler üzerineydi ama konuşması bitince soruları almaya başladı. Oxfordlu olduğunu tahmin ettiğim Müslüman bir çocuk heyecanla kalktı ayağa ve Başbakana şunu sordu: G-20den geliyorsunuz, kapitalist sistem oldukça yıpranmış halde, İslami Finansın alternatif olduğunu düşünüyor musunuz? Çocuğun beklentisi başbakanın alternatif olduğunu söylemesi. Kendisi buna inanıyor ama bunu başbakana… Erdoğan: Söylettirmeye çalışıyor. Asutay: Ama Başbakan çok rahat, “Business businesstir. İyi çalıştırırsanız çalışır, kötü çalıştırırsanız netice vermez.” dedi. Erdoğan: İlk başbakan olduğu dönemde Cidde’de İslam Ekonomi Forumunda da “Paranın rengi; yeşili kırmızısı olmaz.” demişti. Asutay: Bizden çaba göstermesi… Hayırlısı inşallah. Emre & Erdoğan: Çok teşekkür ederiz. Asutay: Ben de teşekkür ederim.

Mehmet Asutay ile İslam Moral Ekonomisi ve İslami Bankacılığın Açmazları Üzerine I Durham Üniversitesi İslami Finans Programı’nda öğretim üyesi ve Müslüman Sosyal Bilimciler Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Mehmet Asutay, “İslam Moral Ekonomisi ve İslami Bankacılığın açmazları”nı anlattı. Aynur Erdoğan/ Dünya Bülteni (www.dunyabulteni.net sitesinden alınmıştır) İslam iktisadı denince birçoğumuzun aklına ‘faizsiz finans kurumları’ ya da nam-ı diğer ‘İslami bankalar’ gelir oldu. Peki, bu bankalar gerçekten “İslami” olmayı hak ediyorlar mı? Bu soruyu ve İslam iktisadına ilişkin diğer pek çok soruyu İngiltere’de, Durham Üniversitesi İslami Finans Programı’nda (DIFP) öğretim üyesi ve Müslüman Sosyal Bilimciler Derneği Yönetim Kurulu Üyesi olan Dr. Mehmet Asutay’a sorduk.

Dünya Bülteni’nde daha önce yayınlanan İslam iktisadı söyleşilerinde hem bir disiplin olarak İslam iktisadının gelişim seyrini hem bugünkü konumunu ve imkanlarını konuştuk. Bu söyleşimizde de Dr. Mehmet Asutay’la İslami bankaların gelişim serüveni üzerinden İslam iktisadının sorunsallarını ortaya koymaya çalıştık. Kapitalizmden ve Sosyalizmden farkını vurgularken “İslam moral ekonomisi” demeyi tercih eden Mehmet Asutay, kapitalizmin araçlarından ‘banka’nın İslamileştirilmesi yerine Müslüman entelektüellerin sistem anlayışı içinde otantik kurumlar tasavvur etmesi gerektiğini vurguladı. Dünya Bülteni Yayın Yönetmeni Akif Emre’nin de yorumları ve sorularıyla katılmasıyla keyifli bir sohbete dönüşen söyleşiyi zevkle okuyacaksınız. Mehmet Asutay kimdir? Durham Üniversitesi İslami Finans Programı’nda İslam Ekonomisi, bankacılık ve finans; Ortadoğu ve İslam ülkelerinde ekonomi; ekonomi politik ve ekonomik gelişim konularında dersler verip, master ve doktora araştırmalarına danışmanlık yapmaktadır. Ayrıca Review of Islamic Economics dergisinde editörlük, American Journal of Islamic Social Sciences dergisinde yardımcı editörlük görevi yürütmekte ve Borneo Journal of Business and Economics de dahil olmak üzere çeşitli akademik dergilerin yayın kurulunda yer almaktadır. Ekonomi ve siyaset ilişkisi ve bu ilişkinin Türkiye’deki kronik ekonomik istikrarsızlık üzerindeki etkisi hakkındaki kitapları 2011 Routledge tarafından yayımlanacaktır. Asutay ayrıca şu an İslami Finans hakkında iki kitabın editörlüğünü yapmaktadır. Edward Elgar’s Critical Thinking Serisinin 2011 yılında yayınlanacak ciltlerinin İslam Ekonomisiyle ilgili bölümlerinin editörlüğünü yürütmektedir. Asutay’ın İslam ahlak ekonomisi, İslami bankacılık ve finans; Ortadoğu ekonomileri ve Türkiye’nin ekonomi politiği konulu makaleleri çeşitli dergilerde yayımlanmıştır. Aynur Erdoğan: Öncelikle sizin kullandığınız ‘İslami finas’ (Islamıc Finance) kavramını Türkçede İslami bankacılık olarak karşılayıp karşılayamayacağımızı sormak istiyorum… Mehmet Asutay: İslami finans tabirini daha geniş bir kavram olduğu için kullanıyoruz. Çünkü İslami bankacılık sadece bankasal işlemlerle ilgili. Ama finans ya da financing çok daha geniş bir kavram ve kurumlar dışındaki finansal alanları da kapsıyor. Ama Türkiye’deki eğilim sadece kurumsal olarak bankacılık olduğu

için bankacılık diyebiliriz. Erdoğan: İslami bankacılığın ortaya çıkışı ve gelişmesinin temelinde ne tür kaygılar, arayışlar yatıyor? İslami finans 1950-60’larda konuşulmaya başlanıyor ama 60’larda ciddi bir şekilde çeşitli arayışlar ortaya çıkıyor. Bunun temelindeki sebep İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürge altındaki kimi Müslüman toplumların özgürleşmesi ve yeni milli devletlerin ortaya çıkması. Özellikle Pakistan bu bağlamda önemli. Bu çerçevede İslami bir kimlik arayışından bahsedebiliriz. Bu kimlik arayışının yanında bir de kapitalizm ve sosyalizmin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra o güne kadar beklenen ekonomik kalkınmayı aslında sağlayamamış olması. Bu çerçevede kapitalizm ve sosyalizmin artık yeni kurulmuş olan devletlere de fazla faydası olamayacağı anlayışı arayışlara sebep oldu. Ayrıca mesela Pakistan’ın İslam devleti olarak kurulmuş olması dolayısıyla her şeyin İslamisinin olması gerektiği anlayışı arayışlara yön verdi. Dolayısıyla İslami finansın temelinde biraz bu politik kimlik arayışı var. Bunu kabul etmek zorundayız. Bugünkü yapıdan daha sonra bahsederiz ama bugün artık o söylemin olmadığını söyleyebilirim şimdi.

İSLAM EKONOMİSİ ÇABALARI KURUMSAL BANKALARA İNDİRGENDİ Erdoğan: Pakistan’ın merkezi bir konumu var. Diğer taraftan bankalar bizatihi kapitalizmin lokomotif güçleri sayılır. Özellikle dar gelirlilerin küçük tasarruflarının büyük sermayeye kredi olarak akıtmaları bankaları kapitalist ekonominin merkezine oturtuyor. Peki, ‘banka’nın başına ‘İslami’ kelimesi eklediğimizde, İslami banka dediğimizde bu tabloda ne değişiyor? Asutay: Herhalde özellikle bugünden baktığımızda bu, en büyük sorunsal olarak önümüze çıkıyor. Tabir olarak çok önemli yalnız 60’larda ya da 50’lerde Pakistan’da başlayan süreç İslami bankacılık ya da İslami finans temelli bir çıkış değil. Bunun altını çizmemiz gerekiyor. İlk defa Mevdudi ‘İslam Ekonomisi’ kelimesini kullanır. Dikkat ederseniz ‘ekonomi’ deniyor. Ve arkasından yapılan arayışlarda da bir dünya görüşü algısı var. Yani İslam ekonomisiyle bir dünya görüşü (worldview) yakalama arayışı var. Bunun içinde İslami finansa ayrılan alan ise bu sistemin içinde ekonomik kalkınmayı sağlayacak kaynakların işletilmesiyle ilgili. Yani merkezde İslami bankacılık yok. Bir sistem olarak İslam ekonomi

sistemi tartışılan. Bu sistem içinde kurum çeşitlerinden biri olarak İslami finans da ele alınıyor. Dolayısıyla şu anda gözden kaçan resim de bu. İslam ekonomisiyle ilgili bütün çabalar sanki banka dediğimiz kurumlara indirgenmiş durumda. Halbuki bankacılık sadece bütün operasyonun ya da operasyonel alanın küçük bir parçası. Akif Emre:Kalkış noktası olarak, İslam ekonomisinin kavramsallaştırıldığı kuramsal çerçevenin içinde bir bölge aslında… Asutay: Evet. Sistemin sistem olabilmesi için bazı şartlar gerekli. O şartlardan bir tanesi de fonksiyonel ya da operasyonel mekanizmaların olmasıdır. Sistemin beş altı tane makro, üç-beş tane mikro gerekçesi vardır. Bu çerçevede sistem olabilmek için kurumsal, fonksiyonel kurumlara ya da operasyonel kurumlara da ihtiyaç vardır. Banka ya da finansal kurumlar da bunun içindedir. Yani kurumsal olarak da realite olarak da bütün sistemin küçük bir parçasıdır. Kapitalist sistemin içindeki banka da bu durumdadır. Üretim-tüketim ilişkilerinden bahsediyorsunuz. Bu üretim-tüketim ilişkileri nasıl organize edilecek? Bankacılık işin içine giriyor. Diğer taraftan 1990’lardan sonraki kırılma önemli. O kırılmada ne yazık ki artık İslam ekonomisi tahayyülü bir tarafa atıldı ve ciddi şekilde zenginleşme, özellikle körfezdeki zenginleşme ve bu paranın helalleştirilmesi süreci başladı. Bu süreç ciddi şekilde İslam bankacılığını öne çıkardı.

SİYASİ GÜÇ OLMADAN İSLAM EKONOMİSİ DE OLMAZ Emre:Önemli bir nokta. Burayı biraz daha açar mısınız? İslam bankacılığı öne çıkarak İslam ekonomisi iddiası neden geriye itildi? Asutay: El-asker gibi yazarlar bunu çarpıcı bir şekilde açıklarlar. Şimdi, sistemin önemli parçası olan bir dünya düzeninden bahsediyorsunuz. O dünya düzenini gerçekleştirebilmek için siyasi güç de gerekiyor. Dolayısıyla (1) Müslümanların İslam ekonomisini teorik olarak geliştirememesi, (2) bir sistem anlayışını ciddi şekilde geliştirememeleri, (3) arkalarında destekleyici siyasi bir gücün olamaması İslam ekonomisinin geriye itilmesine sebep olmuştur. Aslında ben İslam ekonomisi yerine İslam moral ekonomisi olarak tanımlıyorum. Çünkü economicstanım olarak neo-klasiktir. Emre:Evet. Asutay: Ve sistem parçalarını zaten dışlar. Ama politik ekonomi olarak açıkladığımız zaman, İslam politik ekonomisi, ya da moral ekonomisi dediğimiz zaman dünya görüşünü ifade eder. İlk jenerasyon Amerikan eğitimli oldukları için de ciddi şekilde neo-klasik ekonomiden de etkilenmiş kişilerdi. Bu sebeple var olanın karşısına İslam’ı çıkartabilmek için economics kelimesiyle çıktılar. Yani Aslında kuramsal bir hata yapıldı.

BİLGİNİN İSLAMİLEŞTİRİLMESİ SÜRECİ SİSTEM ANLAYIŞINI GERİLETTİ

Erdoğan:O zaman size göre sosyalizmin kapitalizme alternatif olma iddiası gibi bir alternatiflik değil, İslam ekonomisin kapitalizme karşı ortaya çıkışı? Asutay: 60’larda 70’lerdeki çıkış o alternatif anlayışı idi. Bir sistem anlayışı ama onu dolduramadılar. Çünkü arkasında politik bir güç yoktu. Peşinden körfezdeki zenginliğin ortaya çıkması hemen bir acelecilikle, bu işi nasıl halledebiliriz diye düşünüldü. Çok pragmatist bir yaklaşımla ortaya çıktı. Bunlar önemli rol oynadılar. Bir de aslında önümüzde bunu entelektüel olarak açıklayabilecek başka bir sorun da var. O da bilgininİslamileştirilmesisüreci. Emre:Kavramsal olarak da paralel tartışmalar aslında… Asutay: Tabii, ekonomi 70’lerde başlayan bu sürecin önemli bir parçası. İsmail Raci El-faruki ve ekibinin çabaları söz konusu. Bence büyük bir hata yapıldı. Dolayısıyla sistem anlayışının unutulmasının ya da çalışmayacağı bir pozisyonda olduğunun algılanması da oradan çıktı. Çünkü normal olarak sistemin oluşabilmesi için sizin bir ontolojiniz vardır. O ontoloji çerçevesinde o bilgiprocessinden (büyüme, gelişme sürecinden) kendi kurumlarınız çıkar. Bizde bir ontoloji var ama kurumlar yok. Ne yapıldı bu durumda? Mevcut kurumlar alındı ve fıkıh sürecine uyduruldu. Yani gördüğünüz gibi entelektüel olarak oldukça eklektik bir yapı takip edildi. Ve dolayısıyla bu durum, sistem anlayışının gelişmesini engelleyen sebeplerden birisi oldu aynı zamanda. Erdoğan: Fıkıh da söz konusu ontolojiden beslendiğine göre nasıl böyle eklektik kurumların ortaya çıkmasına araç oldu? Asutay: Fıkıh bence oldukça problemli bu bağlamda. Yani sadece İslami finans bağlamında değil belki birçok alanda ya da her alanda da aynı şekilde problemli. Çünkü fıkhın yaptığı mekanik olarak, çok teknik olarak, bir şeyin helalliği ve haramlığı ile ilgili. Bu helallik ve haramlık meselesinde de olaya tamamen hukuki olarak bakıldığı için moral (ahlak) işin bir parçası haline gelmiyor. Tamam, ontoloji sürüyor ama ontoloji sadece kural haline geliyor.

İSLAM DÜŞÜNCESİ FIKIHLAŞTI, AHLAK UNUTULDU Mesela sıradan bir Müslüman çöpünü ayrıştırmanın vs. ötesinde ne zaman

çevreye ilgi gösterir? Bir tane Islamic schoların (İslam bilgininin) “bu helaldir ya da haramdır” demesini bekler. Yani kafalarda compact metallized oluştu. Beyin bölündü. Bence İslam düşüncesinin ciddi şekilde fıkıhlaşmasıyla ilgili bir durum. Ne helaldir ne haramdır çizgisinde moral arka plana itildi tamamen. Ve sonuçsallık (consequentialism) bağlamında fıkhın vermiş olduğu kararın sonucuna bakılmıyor. Mesela bankacılık bağlamında a ile b arasındaki ticari ilişki ya da finansal ilişki helal ise tamamdır. Aslında bu kadarı teknik bir konudur. Ben size sattım siz bana sattınız vs. Ama bunun alanı nedir? Mesela bu alışverişin içeriği bağlamında belirlediğimiz haram alanları var. Bu da fıkıhla belirlenmiş alanlar. Bu alanlara da bakmadığınız sürece ve a ile b arasındaki ilişkinin helal olmasıyla yetinemezsiniz. Sonucu ne olacak bunun, beklentileri ne olacak? Oldukça karmaşık konular bunlar aynı zamanda. Fıkhın Makasıd-ı şeri’a (şeriatın –İslam hukukunun- ana gayeleri) anlayışı da çok önemlidir. Çünkü hakim olan makasid anlayışı, Gazali’ye dayanmakta. Beş alan vardır korunması gereken; din, nefs, nesil, akıl, mal. Ama Gazali’nin makasıd anlayışı statiktir. Statik anlayış hep koruyayım der, geliştirmeyle ilgili değildir. Emre:Asgari düzeyi veriyor. Asutay: Evet, asgari düzeyde. Teşekkürler. Dolayısıyla modern dünyada problemleri çözebilmek için pro-active (ileriye dönük önleyici tedbirler alan) dediğimiz bir anlayışta olmanız gerekir. Yani fark edip olaya müdahil olabilmeniz lazım. Policy dediğimiz o politikaları geliştirebilmemiz lazım. Türkçede buna politika diyoruz ama yanlış. Mesela ekonomik kalkınma problemimiz var. Bunu hıfz (koruma) ile artık yapamayacaksınız, onun ötesine gitmeniz gerekiyor. Dolayısıyla fıkıhtaki o makasid anlayışında Gazali yaklaşımının etkin olması ne yazık ki pro-active politika geliştirme konusunda yeterli olmadı. Özellikle 20. yüzyıl konularında. Ama mesela İbn Kayyim anlayışındaki makasid yaklaşımı farklıdır. İbn Kayyim’de pro-activedir geniştir, açıktır. Hatta İbn Kayyim ta o zamanlarda sanki İslami bankacılığın ne olacağını görmüş gibi mesela “siz faizi engellemek için mekanizmalar geliştirirsiniz ama o mekanizmalar aslında faizden daha zarar çok verir” demiştir. O zamandan görmüş bunu söylüyor. Çünkü geniş düşünüyor, pro-active dediğimiz dinamik bir anlayış var. Makasid bağlamında Gazali anlayışın hakim olması ne yazık ki consequentialistdediğimiz düşüncenin gelişmesine engel olmuş.

BANKACILIK AMACA HİZMET ETMİYOR 20. yy’da İslam ekonomisi ortaya çıktığı zaman da ne yapıldı? Amaç belirlendi; amaç ekonomik kalkınma. Kapitalizm ve sosyalizm çalışmıyor, dolayısıyla bizim kendimize uygun, insan merkezli bir ekonomik kalkınma anlayışı geliştirmemiz gerekiyor. Ama bu amaç için daha sonra oluşturulan kurumlar, mesela banka, o amacı uymuyor. Yani amaçla araç arasında ciddi bir ayrım var. Yani dünyanın her tarafında bankanın çoğu zaman ekonomik kalkınmaya faydası olmamıştır. Ekonomik büyüme ve kalkınmanın iki ayrı kavram olduğunu aklımızda tutmamız lazım. Ekonomik kalkınma topluma nasıl yayılacak? İşte ekonomi büyüyor, dünyanın her tarafında gayri safi milli hasıla büyüyor. Bankaların o konudaki katkısını akademik olarak da biliyoruz. Ama topluma nasıl yansıyacak o büyüme? Burada problemimiz var. Dolayısıyla İslam ekonomistleri de ekonomik kalkınma amacını koydular. Ama onun için kurum olarak akıllarına gelen batıdaki banka oldu. Bankayı transfer edip araç olarak sundular. Dolayısıyla amaç ve araç arasında ciddi şekilde bir problem doğdu. Ne yazık ki Türkiyeli akademisyen arkadaşlar bu tartışmalarla fazla ilgili değiller ama ciddi şekilde şu anda dünyada “şeriata uygun İslami finans mı”, “şeraite uygun bankacılık mı” yoksa “İslami bankacılık mı” tartışması yapılıyor. Erdoğan:Frank Vogel, İslami bankacılık aslında Müslüman dünyanın kapitalist dünyaya intibakını sağlayabilecek kurumlar, diyor mesela. Bunu destekleyen herhalde bir açıklama bu. Asutay: Evet.

BANKALAR KAPİTALİZME ENTEGRASYON ARACI OLDU Erdoğan: Ve hatta Vogel ileriye götürerek, İslami bankacılığın bu işlevinin aile, aile hukuku, uluslararası hukuk, insan hakları gibi diğer İslami kurumlara da örnek olabileceğini ve Müslümanların bu yöntemle kapitalist dünyaya intibak sağlayabileceğini söylüyor. Gelinen noktada siz İslami bankacılığı böyle bir yere mi oturtuyorsunuz? Asutay: Kesinlikle. Başlangıçtaki kimlik arayışı, politic-economy anlayışı, sistem anlayışı tamamen artık unutulmuş. Özellikle 90’lardan sonra globalizmle, uluslararasılaşmakla İslami finans ya da İslami bankacılık artık uluslararası

kapitalist sistemin heterojen bir parçası olmuş durumda. Yani farklı bir şekilde finansın yapıldığı finansal enstrümanlar haline gelmiştir. Ve bu çerçevede Batı’da kabul gördü. İngiltere bu konuda oldukça ciddi, yine Fransa’daki son zamanlardaki gelişmeler önemli. Dolayısıyla Frank Vogel’in dediği o kapitalistleşme sürecini yaşıyoruz. Biraz önce dediğim gibi işte kapitalizmdeki kuralları nasıl helalleştiririz çabasıyla, paraların dünya kapitalist sistemine entegrasyonunu nasıl sağlarız ve bu entegrasyonda biraz da kimlik arayışı çabalarıyla gerçekleşti bu. Çünkü cenneti tahayyül ediyorsunuz, haramdan uzak durmaya ama dünyaya entegre olmaya çalışıyorsunuz. Erdoğan: Batının çıkarı nedir bu entegrasyonda? Batı’da ciddi şekilde sermayeye ihtiyaç var ve Körfez’de de ciddi miktarda sermaye var. Kalkınma amaçlı fonlar vardır dünyada. Herhalde yanılmıyorsam 52 ülkenin, özellikle petrol kaynaklı çeşitli ülkelerde kurulmuş fonları var. Ve dünyada yanılmıyorsam 3.2 trilyon dolar miktarında. Kalkınma amaçlı fonlarda toplanmış para ve bunun %43’ü körfezdedir. Çok büyük miktarda paradan bahsediyorum. Sadece Abu Dhabi Kalkınma Fonundaki miktar 900 milyar dolar civarında. Biraz daha kimliklerini öne çıkartarak paralarını İslama uygun bir şekilde yatırma çabası içine girince diğer uluslararası finansal çevreler de, “tamam biz sizin istediğiniz o fıkhi, mekanik anlayışı yaparız, yani regülasyonları, kanunları değiştiririz dolayısıyla bunu mümkün kılarız.” dediler. Bu bağlamda 90’lardan itibaren İslami finans kapitalizmin bir parçası, kapitalizmin heterojenliğinin enstrümanları haline gelmiştir. Ve bu bağlamda mesela Vogel’ın kitabında benim haklı olarak çok tekrar ettiğim bir dipnotu vardır: İslami finans insanların öyle bir dünya tahayyülüyle, sistem anlayışıyla değil de püriten anlayışla ortaya çıkmıştır diyor. O bu tabirleri kullanmıyor. Onun kullandığı püriten anlayış, cennet vs. İnsanlar bu çerçevede ben görevimi yapayım, bankaya paramı yatırayım.” diye düşünüyor. Erdoğan: Faize bulaşmadan… Asutay: Sorumluluktan kurtulayım anlayışı. Yani bir tarafta kurumların problemi, öbür tarafta buralara para yatıran insanların davranış tarzları. Kimse sorgulamıyor olayı. Çünkü banka İslami banka ama bu parayı ne yaptı, nerede kullandı, nasıl kullandı sorgusu yok. Önemli olan benim sorumluluğum, o kadar. Faiz almıyorum, bitti. İki tarafta da problemli bir halde yaşıyoruz. Bu tarafta yeni sistem olabilmek için üretim-tüketim şekillerinden filan bahsediyoruz. Bu da işte

kapitalizmin eklektik anlayışı. Nasıl ki sosyalizmi bünyelerine katarak refah devleti açılımını yaptılar; finansal olarak da yeni zamanlarda böyle bir açılım yaşanıyor. Şu anda yaşadığımız tamamen bu. Kurumsal olarak İslami finansal marketler ve İslami finansal piyasalar ve İslami para piyasaları da kuruldu. Dolayısıyla tamamen o global finansal sisteme adapte olunmuş oldu. Erdoğan: Mesela bildiğimiz batılı büyük sermayeler, bu bankaları kullanıyor. Asutay: Evet.

İSLAMİ BANKALAR KRİZLERİN ETKİSİNİ AZALTABİLİR Erdoğan: Batı’daki ekonomik krizin tekrar etmemesi için yeni yollar sunduğu söyleniyor. İslami bankacılığın sosyal tarafının kapitalist sistemin eksik taraflarını yamalaması mı söz konusu? Asutay: Refah devletinin çıkışının sosyalizmle mümkün olması gibi. Ama bence olay ciddi şekilde abartılıyor. Yani bunları söylerken İslami finans kötüdür, atalım gibi bir anlayışla söylemiyorum ama kritik bir anlayış geliştirmemiz gerekiyor. Bunu söylemeye çalışıyorum, bütün söylediklerimle. Mesela finansal kriz ve İslami finans. İslami finansın otantik anlamında, o sistem anlayışı içinde krizleri engelleyemese de etkileri düşürebilme potansiyeli olduğunu ben de kabul ediyorum. Hatta benimle beraber çalışan bir arkadaşımızın böyle bir simülasyon çalışması oldu. Mesela kapitalist sistemin hep krizler yaşamasının sebebi embedded olmaması, yani reel ekonomiyle ilişkisi olmamasıdır.Embedded ekonomi gitmiş olsa yatay olarak devam edebilecekti. Ama finansal (financing) olduğu için, reel ekonomiyle finansal ekonomi arasındaki o ayrım her seferinde büyüyor ve kriz ortaya çıkıyor. Çünkü reeli temsil etmiyor. Bu konuda da problem

olsa da mesela İslami finans orijinalde reele dayalı olduğunu varsayarsak dünyadaki finansal krizde mesela %70’lik bir etkiyi belki %40-30’da tutabilecekti. İslami finansın şu andaki performansına dönersek, finansal kriz sırasında İslami finans çok zarar görmedi, hatta başarılar gösterdi. Varlık değerlerini her bölgede, özellikle körfezde arttırdı. Malezya’da büyümesine devam ediyor vs. Ama şimdi burada sorgulamamız gereken şu: Bu İslami finansın kendi iç dinamikleriyle mi ilgili, yoksa İslami finansın ciddi olarak çalıştığı ülkelerdeki ekonomik durum ve bunun dışarıdan etkilenmesiyle mi ilgili? Buna cevap aramak zorundayız. Potansiyel, teorik olarak İslami finansın bu çerçevede etkili olabileceğini düşünüyorum ama pratikte şu andaki finansal krizlere söylediğiniz gibi dayanıklı olacağını zannetmiyorum. Çünkü şu anda İslami finansta hakim olan finans teknikleri zaten borçlanmaya yönelik; yani murabaha dediğimiz olay. Hatta Malezya’da ya da Körfez’de de teberruh dediğimiz, tamamen repo gibi bir anlayışla çalışılıyor.

KRİZDEN ETKİLENMEMELERİ TÜRKİYE VE MALEZYA’NIN BAŞARISI DEĞİL Erdoğan: Aynı enstrümanları kullanarak… Asutay: Evet. Mesela Türkiye’deki bankaların çok yoğun olarak kullandıkları yöntem; murabaha. Mesela Malezya’da toplam %82.5’i murabaha yapıyor. Körfezde %65’ler civarında. Murabaha, bizimmark-up dediğimiz şey şu: Bankaya gidiyorsunuz, projenizi söylüyorsunuz, onlar alıyorlar, ne ihtiyacınız varsa sonra size satıyorlar. Dolayısıyla borçlanmaya dayalı yöntem. Mesela siz müteahhitsiniz, gittiniz İslami bankaya, projeniz çerçevesinde onlar size çelik aldılar, binanızı yaptınız ve ekonomik daralma yaşıyorsunuz, nasıl paranızı geri çevireceksiniz, dairelerinizi satamıyorsunuz. Dolayısıyla geniş İslami finansın kendi çalışma mekanizması dışındaki ekonomik gelişmelerin ciddi şekilde etkisi var. Ha bu bağlamda peki neden ciddi olarak etkilenmedi İslami finans. İşte söylemeye çalıştığım, içsel dinamiklerden değil, konjonktürden kaynaklandığı. Yani Malezya dünya ekonomisiyle entegre olarak çalışmıyor ve global finansal krizden etkilenmiyor. Onun business cycleı ve dolayısıyla İslami bankalar da etkilenmedi. Ama mesela Dubai çok daha açık ve dünya ekonomisine tamamen entegre olmuş durumda. Dubai mesela ‘sukuk’ yani İslami bono ya da, tahvillerde öyle bir

problem yaşadı. Yani iki tane sukuk mesela default etti. Çünkü Dubai ciddi şekilde ekonomik problemlerin içine girdi. Dubai’de bir sürü daire yapmışsınız ama satamıyorsunuz, nasıl çevireceksiniz parayı. Dolayısıyla Dubai İslamic Bank oldukça etkilendi mesela bu süreçten. Erdoğan: Türkiye’de de kriz teğet geçti denilen bir durum var, Malezya’daki gibi mi biraz? Asutay: Evet öyle düşünülebilir. Türkiye’de finansal kriz belki teğet geçmiş olabilir ama o Türkiye’nin başarısı değil. Türkiye’deki bankaların uluslararası piyasalarla entegre olmamış olmasından kaynaklanan bir şey. Bu bağlamda faydalı oldu tabii. Krizin ciddi etkileri yaşanmadı ama sisteme entegre olmuş olsaydı aynı şekilde burada da kriz yaşanacaktı. Yani herkes etkilendi bir şekilde finansal krizden ama Malezya gibi ülkeler ya da çok fazla entegre olmamış, biraz daha çevrede kalmış olan ülkeler etkilenmeyince dolayısıyla İslami bankalar da fazla etkilenmediler. Dolayısıyla bu finansal kriz sırasında gördüğümüz başarılar, ifade edilen başarılar aslında içsel dinamiklerden kaynaklanan başarı değil ama ülkelerin dünya ekonomisi ile olan ilişkileriyle belirlenebilecek bir şey.

‘HOMO ECONOMİCUS’A KARŞI ‘HOMO İSLAMİCUS’ Erdoğan: Peki, bu İslami bankacılığın sosyal olması denilince ne anlamalıyız? Bu yönden diğer finans bankalarından farkı nedir? Asutay: Bu tabii benim oldukça önem verdiğim bir konu. Ve bence banka ile İslami bankayı da ayıranın bu olması gerekir. Yani İslami banka diyorsak o başındaki İslami’nin bir anlamı olması lazım. O sadece fıkıh olarak finansal enstrümanları helalleştirme süreci olmaması gerekiyor. Gene 1960’lara geri dönersek; İslami kaynaklardan hareket ederek insan insan merkezli bir ekonomik kalkınmanın amaçlandığını görürüz. Kapitalizm, sosyalizm başarılı olmadı, çünkü insanı ön plana çıkartmadı. İnsan amaç değil araç oldu bu processte. Ama İslamda insan, insanın gelişmesi amaçtır. Yani o aksiyomları da ortaya koyduğumuz zaman… İşte, tevhit, adalet, ihsan, arkasındanrububiyet,tezkiye… Büyüme ama temizlenmiş bir büyüme… Bütün aksiyomlar içinde ihsanı amaçlayan dolayısıyla bu dünyada ve öbür dünyada saadeti amaçlayan bir processten bahsediyoruz. Ha bunlar çok ütopik olabilir. Ama bence o kadar ütopik de değil çeşitli küçük örnekler görebiliyoruz dünyada. Ya da ne bileyim işte Schumaher’in “küçük

güzeldir” anlayışı vs. Ya da dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli küçük toplumlarda uygulanan anlayışlar. Yani o kadar da ütopik değil. İslamda bunu görüyoruz. Dolayısıyla ayıran da odur işte. Yani bu aksiyomlardan hareket ederek o insanı, beklenen insanı oluşturabilmek. Mesela benim homo economicusa karşı homo islamicus dediğim insanı oluşturabilmek. Üretim ve tüketim davranışlarında o anlayışı, ihsanı sadece kendisi için değil bütün toplum için elinden geldiği kadar amaçlamış insan ve kurumlar… İnsan merkezli, insanın amaç olduğu, araç olmadığı bir anlayış. Dolayısıyla o sosyallik onunla ilgili. Biraz önce de dediğimiz gibi bankalar bu sistem içinde onu gerçekleştirebilecek bir parça. Finansal ile financing arasında bir fark vardır. Bunu Türkçede nasıl ifade edebileceğimizi bilmiyorum. Finansal dediğimiz bir sektörel olaydır. Ama İslamın bu algısında bankacılık diye bir sektörel hayat yoktur. Sadece ekonomik ya da finansal ihtiyaçları karşılaması gereken bir mekanizmadan bahsediyoruz. Yani kendi başına ayrı bir entite, bir yapı değildir. Var olan sistemin içinde sistemi kolaylaştıracak, sistemin devamını sağlayabilecek, finansını sağlayabilecek bir olaydır. Erdoğan: Yani İslam ekonomisinde banka kapitalist ekonomide oturduğu merkezi yerde durmuyor… Asutay: Evet, çok teşekkürler. Merkezde değildir hiçbir zaman, çevrededir. Mesela finansal sektörlerden bahsediyoruz, artık kapitalizm finansallaşmıştır. Finans her şeyi belirler hale gelmiştir. Ama İslami anlayışta insanların o yüksek amaçlarına ulaşmasını sağlayabilecek bir araçtır sadece. Financing yapan bir araçtır. Onun dışında bir şey değildir. Dolayısıyla o sosyallik onunla ilgilidir. Yani kişisel gelişmeyi ve toplumsal gelişmeyi nasıl sağlayacak? Dolayısıyla bir tahayyül vardır burada. homo islamicus dediğimiz insan tahayyülü vardır ve bu insan tahayyülünün çerçevesini hazırlamak vardır. O çerçeve içinde ekonomik ve finansal davranışlarının nasıl ayarlanması gerektiği vardır. Ve bunun sonunda ihsanisosyal kapital dediğim; ihsanı geliştirebilecek, maksimize edecek bir yapıdan bahsedebiliriz. Bunların çok ütopik olduğu düşünülebilir ama her ne kadar bir altın çağa inanmıyorsam da tarihte çeşitli örnekler görebiliyoruz.

EKONOMİK SİSTEM İSLAM TARİHİNDEN Erdoğan: Ütopya olsa uygulaması olmazdı. Tarihsel deneyiminde mesela

nereye işaret ediyorsunuz? Asutay: Sistem modern bir şeydir. Sistem olarak baktığımızda tarihsel olarak bir yere yerleştiremiyoruz belki. Ama zaten Kuran’ın kendisinin bize açıklama tarzı da öyledir. Bize A sistemi, B sistemi diye bir şey vermiyor. Ama prensipler veriyor. Birçok prensipler var. Biz o prensipleri bir araya getirerek o tahayyülü anlamaya çalışıyoruz. Ama sonra baktığımız zaman burada bir sistem var. Çünkü o sistemin gerektirdiği her şeyden bahsediyor bir şekilde. Erdoğan: O sistem banka üretmemiş mesela. Asutay: Tabi banka üretmemiş. Ha banka üretmemiş olması o sistemin geri olduğunu da göstermez. Edward Said’in dediği gibi. Doğu ya da Müslüman toplumlarına bakıp batıdakieurocentric kurumlar yok diye bu toplumlara gelişmemiş diyemezsiniz. Çünkü bu toplumlar tarihsel süreç içinde finansal olaylarını çözmüşler. Geldiğimiz yerlerde, köylerimizde, çevremizde insanlar tarihsel olarak arazilerini işletirken vs. murabaha yapmışlar. Tarihsel olarak baktığımız zaman çeşitli kurumlar var. Mesela İbn Teymiyye bir taraftan piyasa mekanizmasını öne çıkartmış ve piyasadaki fiyatın, Allah’ın fiyatı olduğunu söyler derecesinde oldukça radikal bir piyasa içeren bir söylem kullanmış. Ama öte taraftan hisbah dediğimiz bir kontrol mekanizmasının da savunucusu ve kurucusu olmuş. Yani eğer market çalışmıyorsa onu düzeltecek bir mekanizmada gerekli. Hisbah mekanizması hem spiritual hem mechanistic yanı olan bir kurumdur. Ahilik dediğimiz olay daha sonra büyük bir ihtimalle hisbahın açılımı şeklinde gelişmiş. Sonra Endülüs’teki tecrübe var. Orada da farklı mekanizmalar geliştirilmiş, üretim-tüketim ilişkileri ayarlanmış. Yani Müslüman toplumun tarihsel olarak çeşitli yerlerinde çeşitli böyle örnekler var. Bunlar bir sistem anlayışıyla sunulmamış tabi. Eklektik olmuş. Ama bizim için orada büyük bir hazine var. Onları bir araya getirip o sistem anlayışıyla düzenleyebiliriz diye düşünüyorum. Yani o kadar ütopik değil. Bir de ütopik olması da beni rahatsız etmiyor, onu da söylemem lazım. Çünkü eğer bir tahayyülünüz varsa bu, aynı zamanda bir şeyler yapabileceğiniz anlamına gelir. Yani ütopyanız olması lazım ki reele ulaşabilesiniz. Dolayısıyla ütopik olarak suçlanması da beni çok rahatsız etmiyor doğrusu. Emre:Burada şöyle bir problemli alan yok mu? Muhtemel itirazlardan biri olarak; bol miktarda verdiğiniz tarihsel örnekler sonuçta kapitalizm

öncesi toplum ve insani hayatın unsurları. Onlara cevap verilerek geliştirilmiş modeller. Temel prensipten hareket ediyor ve o zamanki üretim, ticari ilişkilere yönelik cevap geliştiriyor. Asutay: Evet. Emre:Ama şu andaki problem kapitalizmin her şeyi yeniden tanımlaması. Paranın tanımından tutun da -bunu aslında ta para dediğimiz olguya kadar indirgemek lazım… Asutay: Tabi. A.E: Yani akçenin, altının yerine para geliyor. Soyut bir sermayeden bahsediyoruz. Soyut bir ekonomik ilişki var ortada ve buna bir yönüyle de sistematik olarak çözüm, alternatif üretilemediği için eklektik olarak, bu sistemin içerisinde ilişkilerimizi meşrulaştıracak bir kurumsallığa dönüşmüş vaziyette. Bu şartlar altında tarihsel örnekleri alternatif bir model olarak sunmak problemli. Yani ekonomik modelle kısıtlamayayım; dünya tasavvuru, sistem görüşü… Sonuçta sanayi sonrası topluma geçildi ve bunun üretim, ticari ilişkileri var. Temel prensiplerden kalkarak finans ilişkileri nasıl kurulabilecek? Temel problem burada sanıyorum. Asutay: Tabi tabi.

KRİTİK YERİNE MEŞRULAŞTIRICI ARGÜMANLAR GELİŞTİRİYORUZ Emre:Dolayısıyla hem modern kapitalizmin kavranması, anlaşılması anlamında hem de İslamın nerede ayrıştığı noktasında teorik çalışma eksikliği var. Yoksa, İslam ekonomisi deyince modern kapitalist ekonomiye birkaç kılıf giydirerek İslam ekonomisi, bankacılığı gibi tanımlamalar ortaya çıkıyor. Yani tıkanma muhtemelen buralarda. Teorik bir tıkanma var öncelikle. Ve bu ütopik falan değil, ideal olandır. Müslümanın uygulamaya çalıştığı ideal. Harama bulaşmaması çok ütopik geliyor, bireysel olarak. Ama olması gereken bir şeydir. Bir mümin olarak çok reel, hayatta yüzleştiğimiz, hesaplaşmak zorunda olduğumuz bir şeydir. Bunu sistematize ettiğimiz vakit karşımıza ekonomi çıkıyor, finans sektörü çıkıyor vs. 60-70’lerden başlayan süreçte de, literatüre

baktığımızda hesaplaşmayı göze almış çok köklü teorik çalışmaların yapılmadığını görüyoruz. Hemen kalkınmayı esasa alan, gelişmeyi önceleyen, sizin de söylediğiniz gibi aceleci çözümler sisteme eklemlendi. Bunun altının çizilmesi önemli, belki şu andaki problem burada. ‘Kritik’i atlıyoruz ve meşrulaştırıcı argümanlar geliştiriyoruz. Veya işi daha dar bir alana indirgeyip mevcut banka, finans sistemini nasıl İslamileştirebiliriz diye bakıyoruz. Herhalde burada sistematik bir sorun var. Asutay: Evet. Modernitenin kapitalizmle kendini dayattığı, Fukuyama’nın tarihin sonu olarak ifade ettiği liberalizm tartışılmaz oldu. Ancak klasik ekonominin kurucuları olan Adam Smith, John Stuart Mill, Ricardo gibi isimlerin çalışmalarına bakalım. Mesela Mill her görüşün geldiği noktadan bahseder ya da Schumpeter vizyondan bahseder. Dayatıcı modernitenin, kapitalizmin egemen olmasına karşı bu dünya görüşlerinin ve vizyonların nasıl farklı sistemleri üretmesi gerektiğinden bahseder. Dolayısıyla her dünya görüşünün kendi ekonomik sistemi olur. Söylediğimiz şey aslında çok radikal değil; biz eğer alternatif diyorsak bunu klasik ekonomide bulabiliyoruz. Onlar bile bunu kabul etmişlerdir aslında. Ama daha sonra 20. yy da özellikle bilginin algılanışındaki farklılıklar yüzünden bu alternatiflerin farklı sistem üretmesi tamamen reddedilmiş. Bütün sistemler ya da davranışlar modern davranışa doğru yöneldi, yaklaştı. İslam ekonomik sisteminden bahsediyorsak bu aslında çok radikal bir çıkış değil; klasik ekonomik açısından bile meşrudur. Yani onların da kabul ettiği bir anlayış tarzı. Diğer taraftan ben İslami finans kurumları olarak bankaları bu yüzden eleştiriyorum. Çünkü bankalar kabul edilerek bunların alternatifi olan finansal kurumlar kurulmuş ve bunlara bir araç olarak gerçekleştiremeyecekleri amaç yüklenmiş. İlk jenarasyon İslam ekonomistleri sosyal refah maksimizasyonunu sağlayan bir sistem tahayyül ettiler. Ama o sosyal refahı gerçekleştirebilecek mekanizmaları teorik olarak düşünmediler, üretmediler. Çok pragmatik davrandılar. Bunun sebebi bunların çoğunun neoklasik ekonomiye saplanmış olmalarıydı. Teorik katkıları da o bağlamda sınırlı kaldı. Bunlardan biri Ömer Chapra. Çok büyük saygım vardır, kendisiyle çalıştım bir yıl ama Chapra’nın ekonomi politikalarına baktığım zaman neo-klasizmi, IMF’yi görüyorum aslında.

(I. Bölümün Sonu, Röportajın devamı için “Mehmet Asutay ile İslam Moral Ekonomisi ve İslami Bankacılığın Açmazları Üzerine II”‘yi okuyabilirsiniz)

Ahmet Tabakoğlu ile İslam İktisadı Üzerine Röportaj: Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni/ 19 Şubat 2014 Çarşamba

Marmara Üniversitesi, İktisat bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu ile İslam ekonomisinin tarihi gelişimi, kurumları ve teorik imkanları üzerine konuştuk. Tabakoğlu, İslam ekonomisinin İslamî bir zihniyetin ve yaşam tarzının ürünü olabileceğini vurgularken hem kurumsal olarak ve hem teorik olarak zengin bir mirasının olduğunu ifade etti. İslamî ilke ve değerlere dayanmayan bir ekonominin fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan kapitalist sistemin parçası olacağının altını çizen Tabakoğlu gayri adil olan kapitalizmin kendini tehlikeye attığını savundu. *** İslam ekonomisi dediğimizde ne anlamalıyız? Doğuşundan günümüze süreklilik arz eden temel ilke ve kurumları var mıdır? İslam ekonomisi ekonominin doğduğu tarihlere kadar indirgenebilir. XVIII. yüzyılın sonlarında Batıda kapitalist iktisat bilimi doğdu. Daha sonraki dönemlerde de İslam iktisadı ortaya çıktı. İslam iktisadının nüvelenme ve ortaya çıkış dönemi de yaklaşık bir yüzyıl sonrasına, yani 1900’lü yıllara rastlar. 1800’lerde modern kapitalizm doğdu ve iktisat ilmi modern kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde gelişirken bundan aşağı yukarı bir yüzyıl sonra da İslam dünyasında İslam iktisadı ile ilgili çalışmalar başlamıştır. Bununla İslam iktisadı teorisini kastediyorsunuz, değil mi?

O, İkinci Meşrutiyet dönemine rastlar. Biliyorsunuz, “Batılıların yaptığı şeyler İslam’da da vardır” diye genel bir kabul vardır. Buna uygun olarak onlar neyi iyi yapıyorlarsa biz de yaparız yaklaşımıyla İslam iktisadı ile ilgili çalışmalar başlamıştır. “İslam sosyalizm ve kapitalizmi hüsn-i telif edebilir” gibi kitaplar, makaleler yazılmıştır. Yani İslam’ın adil bir ekonomik sistem getirdiğini ortaya koyan çalışmalar yapılmıştır. Daha Tanzimat döneminden başlayarak kapitalizm karşısında İslam hakkında yorumlar yapılmaya başlanmıştır. Burada esas düşüncenin İslam’ın terakkiye veya kalkınmaya engel olmadığı fikri olduğunu söyleyebiliriz. İslam imiş devlete pa-bend-i terakki Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı” (Ziya Paşa, Terkib-i Bend) İslâm’ın geri kalmışlıkta, daha doğrusu az-kapitalistleşmekte bir rolü olmadığı genellikle kabul görmüş, Batının ahlâkını değil sadece tekniğini, kültürünü değil medeniyetini almamızın mümkün ve muteber olduğu safdilliği yerleşmiştir. İLK İKTİSAT KİTAPLARIMIZDA YERLİ VE DOLAYISIYLA İSLAMÎ OLMAK ENDİŞESİ VARDI İslâm dünyası da, aslında yeni iktisat bilimini veri olarak almıştı. Oysa ilk iktisat kitaplarımızda yerli ve dolayısıyla İslamî olmak endişesi vardı.Mesela, Ahmet Mithat Efendi, eserinde bir iktisat kitabını aynen tercüme etmenin büyük bir hata olacağını ve bu yüzden “bizim için mutavassıt bir yolda ve hal ve şanımıza münasib bir surette bir ekonomi-politik yazmak lüzum ve mecburiyeti”ni duyduğunu belirtmişti. Bugün Türkçe’deki iktisat kitaplarının pek azı bu türden bir “lüzum ve mecburiyet” duymaktadır. İslam dünyasında ilk başlangıç Türkiye’de, Osmanlı Devletinde olmuştur. Bunu net olarak biliyoruz. İkinci Meşrutiyet döneminde başlamıştır. Meşrutiyet döneminde çıkartılan gazete ve mecmualarında konu ile ilgili çok sayıda yazı bulabilirsiniz. Bu dönemle birlikte Müslüman-Türklerin ticarete atılmaları oluşmaya başlayan millî iktisat düşüncesinin de etkisiyle teşvik edilmeye başlamıştı.

İkinci Meşrutiyet’in İslamcı dergilerinde artık ticaret ve san’atla ilgili yazılara rastlanıyor, kâr, faiz gibi kavramlar yeniden yorumlanıyordu. İslam’ın temelde dünya hayatına değer vermediği görüşünün yanında bunun çalışmayı ve ticarete atılmayı engellemeyeceği vurgulanıyordu. Daha sonra Cumhuriyet döneminde “yerli malı kullanmalı” kampanyaları bile İslam iktisadıyla desteklenmişti. Hep bunlar İslam’a atfedilerek yapılmaya çalışılmıştır. İslam’da da bunların esası var şeklinde yazılıp çizilmiştir. Fakat asıl İslam ekonomisi tabirinin ortaya çıkışı 1945’ten sonradır. O tarihte ortaya çıkışının sebebi de Hindistan alt kıtasındaki bağımsızlık hareketleri, Hindistan’ın bağımsızlığını kazanması ve o sırada Müslüman Hint aydınlarının yeni bir sistem oluştururken İslam’dan nasıl faydalanacaklarını düşünmeleridir. Bu çerçevede İslam ekonomisi ortaya çıkmıştır. Bunların çoğu İngilizce yazmıştır. İngilizce kitaplar, makaleler neşrediyorlar. Bunların başında Mevdudi gelir. Hindistan halkı dediğimiz zaman Pakistan’ı da dikkate almak lazım. Fakat Mevdudi başlangıçta Pakistan’ın kurulmasına karşıydı. Yani Hindistan bölünmeyip, Pakistan ayrı bir devlet olmadan konfederasyon şeklinde olabilirdi. Sonuçta kendi içlerinde bölünme oldu. Fakat yeni kuracakları devlette, Müslümanların olduğu devlette İslam’dan faydalanmak gerekti. O yüzden İslam ekonomisi çalışmaları ortaya konmuştur. Daha sonra Hint alt kıtasından çok sayıda ilim adamı ortaya çıkmıştır. Ve bunların bir kısmı Hindistan’ın ve ardından Pakistan’ın bağımsızlığından sonra dünyaya yayılmış, bir kısmı Türkiye’ye gelmiştir. Mesela bunların başında Muhammed Hamidullah gelir. İslam ekonomisi tarihinin önemli isimlerinden biridir. Çalışmaları, eserleri oldukça kapsamlı ve derindir. Bunların arasında ilim adamı özelliğini taşıyan belki en önemli isim Muhammed Hamidullah’dır. Ama iktisatçı dağil hukukçu ve tarihçidir. Daha sonra Hindistan kökenli olup hala yaşayan sırf iktisatçı olan ilim adamları var. bunların başında Muhammed Necatullah Sıddiki gelir. 1950’li yıllardan itibaren hala İslam ekonomisi konusunda yazar. Yine Abdulmennan var. Ama fıkıh ve tarih endişesi de olan Necatullah Sıddiki hariç bunlar daha çok modern kapitalist iktisat bilgiyle İslam’a yaklaşan yazarlardır. Demek ki, bugün İslam ekonomisi olarak bildiğimiz disiplinin kökeninde Hintli Müslüman aydınların eserleri vardır. Arap diyarında Hasan el-Benna hareketiyle yani Müslüman Kardeşler hareketi çerçevesinde olmuştur. Mesela Seyyid Kutub bu alanda yazdı. Bunlar, Nasır’ın

etkisi ve Nasır’a tepki mahiyetinde ortaya çıktı. Başlangıçta etkisiyle meydana geliyor ama daha sonra Nasır’a karşı cephe olmuşlardır. Bu çalışmalarda İslam toplumculuğu ağırlığı vardır. Pakistan ve Hindistan’dakilerde biraz daha kapitalizm etkisi hakimdir. Yine günümüzün Müslüman iktisatçılarının veri olarak kabul edip benimsedikleri bazı iktisadî yaklaşımlar çok kere Batı sisteminden kaynaklanmıştır. Teorik gelişme bu şekilde olmuş. Peki, uygulama sahasında doğuşundan günümüze İslam ekonomisinde süreklilik arz eden ilke ve kurumlar var mıdır? Evet, asıl problem de odur şu noktada. Çünkü İslam iktisadı tabiri yaklaşık bir tabirdir yani göreceli bir tabirdir. Batılıların iktisat bilimi varsa bizim de İslam İktisadımız var demektir. Fakat bu kabataslak bir yaklaşım. Gerçekte İslam tarihi içinde birçok ilke ve kurum oluşmuştur. Bunlar üzerinden tırnak içerisinde bile olsa bir İslam ekonomisinden bahsedebiliyoruz. Bu alanın bir sürü birikimi var. Mesela Osmanlının başlangıcından itibaren görülen toprak sistemini nasıl açıklayacağız. Mutlaka İslam İktisadı içerisinde konu edeceğiz. Bir İslam toprak sistemi oldukça önemlidir. İslam maliye bürokrasisi, Osmanlılarda, Selçuklularda, Abbasilerde, Emevilerde müthiş bir birikimdir. Yine “divan” kurumu, ahkam defterleri, şikayet defterleri… bunlara baktığımız zaman İslam ekonomisiyle ilgili büyük bir birikimin olduğunu görürüz. İSLAM TARİHİ BOYUNCA YAYGINLAŞTIRILMIŞTIR

SERVET

VE

MÜLKİYET

O halde İslam’ın doğuşundan itibaren Müslümanların kurduğu siyasi oluşumlarda ekonomi alanında İslami ilkeleri ve kurumları takip edebiliyor muyuz? Veya İslam ekonomisinin bir ilkesinin tarihi serüvenini takip etsek bir süreklilikle karşılaşır mıyız? Mesela İslam’ın ekonomik ilkelerinden servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması ilkesini vurgulayabiliriz. Gerçekten de İslam tarihi boyunca servet ve mülkiyet yaygınlaştırılmıştır. Orta sınıflaşma, tabakalaşma gerçekleştirilmiştir. Örnekleri Ahiler. Ahilerden sonra bir yönüyle esnaf teşkilatının oluşması. Diğer yönüyle toprak sistemi, çifthane sistemi… bunlar orta sınıflaşmayı gösteren, servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılmasını gösteren örnekler.

Yaygınlaştırma, tekelleşmeyi önleme anlamında, değil mi? Evet, ne yüksek gelirli insanlar vardır, ne düşük gelirli insanlar vardır. Orta sınıflaşma esastır. İşte İslam tarihinde bunu çifthane sistemiyle, esnaf sistemiyle gerçekleştirmişlerdir. En önemlisi budur ve bu orta sınıflaşma olayı sosyal yapının da ekonomik yapının da bel kemiğidir. Bu yüzden Batılı toplumlarda gördüğümüz burjuvalaşma veya aristokratlaşma gibi bir sınıflaşma da yoktur. Bir proleter sınıf görülmemiştir. Burjuva-proleter çatışması veya feodal dönemlerin serf-senyör çatışması yoktur İslam tarihinde. Her karmaşık toplumda olan idare eden ve edilenler vardır. Batı toplumlarında gördüğümüz tabakalaşmaya rastlanmaz. İslam tarihinde farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda aynı ilkelerle benzer kurumların oluşturulmuş olması İslam ekonomisi için bir teori ve sistem üretilmesini sağlamaz mı? İslam ekonomisinin 1945’lerden sonra meydana geldiğini söylediğiniz için soruyorum bunu. Modern anlamda kapitalizme tepki olarak dedim onu. Ama gerçekten İslam tarihinde büyük bir birikim vardır. Kurumsal anlamda da bir birikim vardır. Ve bu sistemleştirilebilir. Zaten yapılıyor da. İkincisi düşünce anlamında da bir birikim var. Mesela 7–8. yüzyıllar biliyorsunuz, Şarlman devrinden sonra Avrupa’nın feodal döneme girdiği yüzyıllardır. 13. yüzyıla kadar, yaklaşık beş yüzyıl Avrupa entelektüel bir boşluk içine girmiştir. Buna The Great Gap (büyük boşluk) diyorlar. Oysa bu dönemde İslam dünyasında büyük bir entelektüel birikim yaşanmıştır. İslam İktisadı diyebileceğimiz saha dahi vardır. Abbasiler döneminde Yunan’dan çevrilen eserler de var. Onun yanında özgün eserler de var. Kaldı ki, Yunan’dan çevrilen eserlere de İslami renk verilmiştir. O kadar büyük bir birikim ki, bunun sınıflandırılmasında bile güçlük çekiyoruz. Fiyat tarihinden ticaret tarihine, toprak tarihine kadar düşünce alanında bir sürü eser yazılmıştır. Yine evrensel olabilecek iktisadî tahlillere ve ilkelere ulaşabilmek için İslâm bilginlerinin bu eserlerine başvurmak gerekecektir. Bu eserler bizim için “İslâm İktisadı”, “İslâm iktisadî düşünce tarihi” ve “iktisat teorisi” alanlarında çok verimli kaynaklardır. KAPİTALİZMİ ORTAYA ÇIKARAN OLAYLAR İSLAM TOPLUMUNDA NİYE ORTAYA ÇIKMADI DİYE ÜZÜLEMEYİZ İslam İktisadının olmazsa olmaz diyebileceğiniz temel ilkeleri nelerdir? Mesela asr-ı saadette bu alanda ilk uygulamalar arasında neler vardır?

Emeğin yüceltilmesi durumu var. En yüce değer emektir. Bu çok açık bir şekilde görülebilir. Hz. Peygamber(sav) emekle geçinmeyi ön planda tutuyor. İnsanın en önemli kazanç sahası emeğiyle olandır. Yani sermaye diye bir değer yoktur. Yani sermaye de bir noktada birikmiş emek olarak görülebilir ama asıl önemli olan emektir. Toplumsal alanda da kul hakkı kavramı çok önemlidir. Yani insanların birbirlerinin haklarını yememesi önemlidir. Hz. Peygamber(sav)’in emek uygulamaları da bunu yani kul hakkı yememeyi esas almıştır. Mesela fiyat konusunda başkasının hakkını geçirmemek gerekir. Böyle bir yaklaşım vardır. Kul hakkı yememek İslam ekonomisinde çok önemlidir. Oysa kapitalizm kul hakkı yiyerek ve ahlaksızlıkla gelişmiştir. Ahlaksızlığın en üstünde insan öldürme vardır. Kapitalizm insan öldürerek gelişmiştir. İnsanları köleleştirerek gelişmiştir. Sombar’ın o ünlü sözünü biliyorsunuzdur: “Zengin olduk, çünkü kıtalar ve ülkeler bizim için ıssızlaştı. İnsanlar bizim için öldüler.” Katliamlar, köleleştirme, kıtaların boşaltılması olmasaydı, Aztek ve İnka medeniyetleri yok edilmeseydi kapitalizm olmazdı. Bu yüzden kapitalizmi ortaya çıkaran olaylar için, mesela sanayi devrimi İslam toplumunda niye ortaya çıkmadı diye üzülemeyiz. Çünkü o kendi süreci ve mantığı içinde ve belirtilen yollarla gerçekleştirilen sermaye birikimi ile ortaya çıkmıştır. Bu Müslümanların kabul edemeyeceği bir olgular zinciridir. İSLAM FARKLI KÜLTÜRLERİ BÜTÜNLEŞTİRMİŞTİR

YOK

ETMEMİŞ

SİSTEMLE

İslam’ın uluslararası ilişkilerde hakim olduğu dönemlerde Akdeniz ticareti canlanmış ve Batının iktisadi gelişmesine zemin hazırlanmışken bugün Batı hakimiyeti altındaki dünyada ekonomik göstergeler hep Batı lehinde oluyor ve en çok Afrika ülkelerinin bazılarında ortaya çıktığı gibi ülkelerin kendi gelişimlerini gerçekleştirmelerine izin verilmiyor. Bu iki durum arasındaki zıtlık nereden kaynaklanıyor? Merkantilist dönemler tüccarla devletlerin işbirliği yaptığı dönemlerdir. Mesela İngiliz tüccarları yabancı sahalarda, denizlerde çaba sarf ederken bunun garantisi İngiliz krallığı idi. Fransızlar ve İspanyollar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Yani devlet destekli ticaret söz konusuydu. Ve bu noktada üretim olayının çok fazla olmadığını söyleyebiliriz. İngiltere yavaş yavaş üretim aşamasına geçiyor ama asıl üretimi gerçekleştiren Osmanlı sistemidir. Hem sanayi ve hem tarımsal üretim anlamında Osmanlı “üretimi” önemli bir olgu olarak görür. Sistemli bir ekonomisi vardır. Bütçelere baktığınızda en önemli gelir kalemlerinin hiçbir zaman ganimet

olmadığını görürsünüz. Bu ancak Batı toplumları için geçerlidir. Batı devletleri savaş yapar, savaşta ya galip gelir ya mağlup olur. Galip olursa bir ganimet elde eder. Mağlup olursa ekonomi biter. Oysa Osmanlılarda birçok mağlubiyet olmasına rağmen varlığını sonuna kadar sürdürmüştür. 1918’e kadar sürdürmüştür diyebiliriz. Hatta 1908’de Meşrutiyet ilan edildiği sıralarda bile Osmanlı bütçesinde açıklar azalmıştır. Yani II. Meşrutiyet dönemi açıkların azaldığı, ekonominin iyiye gittiği zamanlardandır. Başından sonuna kadar varlığını üretim yapısıyla, serbest ticaret yapısıyla ve sağlam bürokratik yapısıyla devam ettirir. Bürokratik yapı kendini kanun-i kadim anlayışıyla sürdürür. Osmanlı gücünü bu anlayışa borçludur. Peki, bu iki medeniyeti kültürel olarak ve zihniyet olarak karşılaştırdığımızda İslam’ın hakim olduğu dönemlerde Batı’da durum neydi ve Batı’nın hakim olduğu dönemlerde Doğu’da durum nedir? Bu iki medeniyet karşı medeniyetin ekonomik gelişimine nasıl tepki veriyor? İslam medeniyeti kendi dışındaki güçlerin hakim olduğu dönemde gelişmiştir. Mesela İran-Sasani İmparatorluğunu yıkarak gelişti. Bizans İmparatorluğunu gerileterek gelişti. Fakat şöyle düşünmek lazım. İslamiyet bunların kültürlerini ve geleneklerini yok etmemiştir. Biraz önce kanun-ı kadim demiştik. Geçmişten gelen gelenek İslam tarafından devam ettirilmiştir. Yani İslamiyette devrimci bir anlayış yoktur. İyi gelenekleri devam ettirme anlayışı vardır. Kendi ilkelerine uygun gelenekleri devam ettirir. Kendi ilkelerine uygun değilse değiştirir. Bunu çok net olarak söyleyebiliriz. Bu noktada devrimci oluyor… Orda devrimci diyebiliriz ama devrim makbul bir kelime değildir. Son zamanlarda makbul karşılanıyor. Devrim dendiğinde karışıklık, kaos anlaşılır. Oysa İslamiyet istikrar ister. İslamda religion (din) ile tradition (gelenek) arasında doğrusal ilişki vardır. Devrim anlayışı aydınlanma çağının getirmiş olduğu bir şeydir. Temelde dini devre dışı bırakır. Mesela ansiklopedide “tanrı” “t” harfindedir. Tanrı o alanla sınırlıdır. Ama İslamiyette sistemin bütün esasını Allah inancı oluşturur. Siyasi yapıyı da Allah inancı şekillendirir. Tevhid inancının siyasi yansıması da vardır. Üniter ve merkezi devlet anlayışı bunun, vahdet (birlik) anlayışının bir yansımasıdır büyük ölçüde. Bunları çok net görebiliyoruz. Bu olgu Batı için bir örnek teşkil etmiştir. Yani nasıl üniter ve merkezî bir devlet oluşturabiliriz diye bir örnek aradıklarında karşılarında Osmanlıyı bulmuşlardır. Üniter devlet anlayışı

bakımından Osmanlıyı örnek almışlardır. İki medeniyetin birbirine bakışı farklı. Bir taraf diğerinin yaşam hakkına saygı duyarken… Aslında iki medeniyetin de iktidar mücadelesi vardır. Bunu kesin olarak söylememiz lazım. Müslümanlar 18. yüzyıldan sonra bu iktidar mücadelesini kaybediyorlar. Batılılar kazanıyor. Ama daha önce Müslümanlar iktidar mücadelesini kazanmışlar ve fakat karşılarındakilerin haklarını yememişlerdir. Onları da bir şekilde sistemle bütünleştirmişlerdir. İSLAM TOPLUMLARINDA SÖMÜRGE-ANAVATAN AYRIMI OLMAMIŞTIR İslam tarihinde Müslümanlar büyük bir coğrafi alanda hakim oldular, fetihler gerçekleştirdiler. Batı medeniyeti de 19. yüzyılda bilfiil, daha sonra yerel aygıtları kullanarak dünyada hakim olmaya çalışıyor. Bu iki medeniyet arasında hakim oldukları bölgelerin maddi kaynaklarını kullanma açısından ne tür farklar vardır? Şunu net olarak söylememiz lazım. Mehmet Genç’in vurguladığı bir şey vardır. İslam toplumlarında sömürge–anavatan ayrımı yoktur. Bu ayrım Batıda vardır. İslam toplumlarında darulharb ve darulislam vardır. Sömürge–anavatan ayrımı yoktur. Dolayısıyla Müslümanlardaki fetih harekatı kurtarma harekatıdır. Bunu bu şekilde vurgulamamız lazım. Yani sömürgeleştirme harekatı, kolonizasyon harekatı değil bir kurtarma harekatıdır. İlk fetihlerde bunu çok net olarak görüyoruz. Osmanlı fetihlerinde de, özellikle Balkan fetihlerinde de bunu görüyoruz. Eğer öyle olmasaydı önce ilk Müslüman devletlere karşı sonra Osmanlı devletine karşı gizli kapaklı harekat başlardı. Oysa Osmanlı devletine, İstanbul’a karşı harekatın başlatılması sonradan olmuştur. 19. Yüzyılda milliyetçilik hareketleriyle… Evet. Fransız Devriminden ve milliyetçilik hareketlerinden sonradır. Buradan maddi kaynakların kullanımında adil olduklarını çıkarıyoruz? Sömürü değil oraya hizmet götürmüşlerdir. Ta Selçuklulardan beri görüyoruz. Selçuklular halkı muhayyer bırakıyor. İsterseniz Bizans idaresine geçebilirsiniz, isterseniz burada kalabilirsiniz diyorlar. Gayrimüslim halk Selçuklu idaresini tercih ediyor. Nedeni daha adil olmalarıdır. Osmanlılar için de aynı

durumu söyleyebiliriz. Balkanlarda Osmanlıya karşı bir kin nefret uyanmıyor. Çünkü daha adil bir düzen getiriyor. adalet kaybolunca da problem ortaya çıkmıştır. İNSAN-İ KAMİL KUL HAKKINA ÖNEM VEREN KENDİ EMEĞİYLE GEÇİNENDİR Osmanlı ekonomik sisteminin merkezinde duran ahiliği zihniyet yapısı açısından değerlendirdiğinizde Homoekonomikus’dan farkı ve Homoislamikus’a yakınlık derecesi nedir? Şöyle diyelim isterseniz. Osmanlı sistemini veya İslam ekonomik sistemini

ahilik

yapmıştır.

Oysa

Batı

ekonomik

sistemini,

kapitalizmi burjuva yapmıştır. Buna homoekonomikus yapmıştır diyebiliriz. Yani burjuva zihniyeti eşittir homoekonomikus diyorsunuz. Evet. Veya şöyle diyebiliriz: Burjuvazi, homoekonomikusun muşahhas, somut halidir. Peki, ahiliğin homoislamikusla örtüştüğü ve ayrıştığı durumlar nasıl ortaya çıkmıştır? Homoislamikus lafı bana ağır geliyor. Mümkün olduğu kadar kendi tabirlerimizi tercih ediyorum. Ahilik, kanun-i kadim veya kanun-i kadimin tercümesi olan klasik dönem bizim kendi tabirimiz sayılabilir. Ama homoislamikus dediğimizde soyutlama oluyor. Mesela insan-i kamil diyebilirsiniz. Yani kul hakkına önem veren kendi emeğiyle geçinen bir insan tipi olarak düşünebilirsiniz. Yani kendi emeğini kazanç vesilesi olarak gören ve başkalarının hakkına saygı gösteren rekabetten öte dayanışmayı öngören bir insan tipi. İsterseniz homoislamikus demenizde bir sakınca yok. Ama ben bu lafı kullanma taraftarı değilim. Siz “Tanzimat bir noktada ticari kapitalizmi, yani merkantalizmi yaşamadan sanayi kapitalizmine geçme arzusunu ifade ediyor” diyorsunuz. Bununla ne demek istiyorsunuz? Tanzimat liberalist bir harekettir. Tanzimat bir devletleştirme ve merkezleştirme hareketidir. Devletin her şeye karışma, her şeyi tekeline alma hareketidir

Tanzimat aslında. Çünkü modern kapitalist devlet her şeye karışan devlettir. Yani kendi bilgisi dışında hiçbir şey olmamasını isteyen devlettir. Tanzimat da büyük ölçüde bunu hedef almıştır. Mesela bugün devlet her şeye karışıyor diyoruz. Her şey devletten bekleniyor diyoruz. Buna karşın özelleştirme söz konusu olmaya başlıyor. İşte bunun temelinde aslında Tanzimat vardır. Tanzimat, burjuva oluşturulmasını hedeflemesine rağmen, bireysel teşebbüs gücünü dışlayan anlayışı getirmiştir. Çelişkili gibi görünür ama klasik dönemde ekonomik faaliyetlerin çoğunu sivil toplum örgütleri yapıyordu. Vakıflar yatırımları gerçekleştiren tek kurumdu. Osmanlı döneminde devlet yatırım yapmıyordu. Kamu yatırımını yapan, sosyal hizmetleri yürüten vakıflardı. Fakat Tanzimat bunları devlete mal ederek sivil toplum örgütlerini bertaraf etti. Vakıflar 1826’dan itibaren yavaş yavaş ortadan kalkmıştır ve gücünü yitirmiştir. Sivil toplum örgütleri ekonomiden yavaş yavaş geri çekilmişlerdir. Tanzimat sivil toplum örgütlerini devre dışı bırakıp kapitalist ekonomiyi yerleştirmek için mi devletçi yapıyı kurmaya çalışmıştır? Devletçi yapı sonradan ortaya çıktı. Tanzimatçılar liberalist yaklaşıma sahipler. Mesela Osmanlılarda niye sanayi devrimi diye sorulduğunda burjuva sınıfı olmadığı için cevabını veriyorlar ama burjuva sınıfı nasıl yetiştirilir? Tanzimat devletçi yaklaşımla burjuva sınıfı yetiştirmeye çalışmıştır. Liberal sınıf yetiştirelemediği için de eski sivil toplum örgütlerinden istifade etmeniz gerekiyor ki bunların başında da esnaf geliyor. Mesela İttihat-Terakki şirketleri esnafa kurduruyor. Demirciler esnafı, dericiler esnafı, vs. yani Osmanlıda tek örgütlü halk teşebbüsü esnaftan ibarettir. Burjuva yoktur. Ama Tanzimat’ın daha sonra Jöntürklerin sonra da 30’lardan itibaren Cumhuriyetin oluşturmak istediği şey, devlet eliyle burjuva. Bunun da ne kadar başarılı olduğunu günümüzde görüyoruz. Sizce neden başarılı değil? Çünkü burjuvanın geleneği yok. Mesela Sabancı bile “bu mülk bana emanettir” diyordu. Burjuvada emanet zihniyeti olmaz. Bu zihniyetle burjuva olunmaz. Ancak biliyorsunuz burjuva tarihi başka bir olaydır. Kültürel ve geleneksel tarafı vardır. Bir nesilden bir nesile burjuva olunmaz. Birkaç neslin geçmesi lazım. O halde bir geleneği olmadığı halde bu süreçler yine kapitalistleşmemizi sağlar diyebiliyor musunuz? Olayı globalizasyon süreci içerisinde ele almak lazım. Kapitalizm eski tanımlarını

kaybetti. Yeni tanımlar yapılıyor. Türkiye’de bir zamanlar ağır sanayi tartışması vardı. Şimdi bakıyorsunuz, öyle bir şey yok. Ağır sanayi hamlesi gibi bir durum yok artık. Dünyada bize biçilen bir rol var. O rol de nedir? Dünyada ileri kapitalist ülkeler finans sektörüne hakimdirler. Bize de sanayi düşüyor. Türkiye otomobil, beyaz eşya üretecek bunları satacak. Biz de sizin zenginliğinizi kontrol edeceğiz. Finans sektörüne hakim olacağız. Dünyadaki kapitalizmin vardığı nokta şu an finans kapitalizmidir. Yani ileri kapitalist ülkeler şu anda finans kapitalizmini temsil ediyorlar. KAPİTALİST SİSTEM ADİL BİR SİSTEM DEĞİLDİR VE KENDİSİNİ TEHLİKEYE ATMIŞTIR Bu adil bir işbölümü müdür? Herkes pastadan payını adil bir şekilde alıyor mu? İstersen olaya yukardan, uzaktan bakalım. Günümüzde açlıktan ölenlerle tokluktan ölenler bir arada yaşıyor. Tokluktan ölenlerle mide fesadından değil kalp ve damar hastalıklarından ölenleri kastediyorum. Bir yandan Batı dünyasında kalp ve damar hastalıkları artıyor bir yandan Afrika’da açlık oranı. Böyle bir çelişki var. Bireysel bazda bir çelişki var. Bir de toplumsal bazda bir çelişki var. Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler var. Evvelden medeniler ve barbarlar vardı. Şimdi onun yerini gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler aldı. Ama bir süre sonra aradaki mesafe kapanacak ve gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkeler olacak değiller. Çünkü gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki mesafe gün be gün büyüyor. Azgelişmişlik bir süreç değil, bir kategoridir. Dolayısıyla kapitalist sistem adil bir sistem değildir ve kendisini tehlikeye atmıştır. Küreselleşme de devamı olarak aynı şekilde… Aynı şekilde. Terör, vs olaylarının temel sebebi budur. Sistemin kendisini tehlikeye atmasından kaynaklanıyor. Sistemin kendisini tehlikeye atmasıyla ne kastediyorsunuz? Yani adaletsiz bir sistemdir. Gelişmekte olmak bir kategoridir. Ülkelerin bir kısmı bir süre sonra gelişmişlik düzeyine ulaşacak diye bir olay yoktur. Çünkü yarışa aynı çizgiden başlamıyorlar… Hem ondan kaynaklanıyor. Hem de gelişmekte olan ülkeler için bir rol biçilmiştir.

O rolü oynamaktalar. Şimdi burada problem şudur; bu rol yanlış bir roldür. Yani gelişmekte olmak veya kalkınmak bir aldatmacadır. Kendimize uygun yeni bir sistem oluşturmalıyız. Yeni bir uygarlık oluşturmalıyız. İşte bunlar gündeme gelmeye başladığı zaman adil bir sistem gerçekleşebilir. Evvela bu soruları sormak lazım. Bir tuzak içerisindeyiz. Kalkınma sloganı altında aldatılmışlığı oynuyoruz. Bundan vazgeçip kendimize yeni bir uygarlık oluşturma niyetlerini teorileştirirsek o zaman ilk adımı atmış oluruz. BATININ İSTEDİĞİ İSLAMIN EHLİLEŞTİRİLMESİDİR Avrupa İstikrar Girişimi, geçtiğimiz günlerde hazırladığı raporda Kayseri’yi “İslam Kalvinizmi”nin merkezi olarak gösterdi. Weberci görüşe istinaden İslam’ın tasarruf ilkesi ve yine çalışmayı manevi bir değer olarak görmesi İslam’ın kapitalizmle bağdaşmasını sağlayabilir mi? Yani İslam’ın bazı değerleri araçsallaştırılarak İslam kapitalizmi oluşturulabilir mi? Bu durumu İslam ekonomisinin ilkeleri açısından değerlendirir misiniz? Evet, tam olarak bunu yapmak istiyorlar. Yani Batının istediği İslamın ehlileştirilmesi, İslam kapitalizmi, İslam kalvinizmidir. Batının İslama biçtiği değer budur. Yani Müslüman kalvinistler… Bu bağlamda İslam dünyasındaki durumu nasıl görüyorsunuz? Bu da bir aldanıştır. Teorik olarak İslam kapitalizmi var belki ama fiilen İslam kapitalizme dönüşmüş durumda. İslam bankacılığı bunun en somut örneğidir. Bu bankalar faizsiz bir sistem kuruyorlar… Kredi mekanizması hakimken faizsiz sistem uygulamışsınız uygulamamışsınız hiç önemli değildir. Orada bir aldatmaca var. O noktada İslami ilkeler hayata geçmiyor diyorsunuz. Hayır. Bunun İslam ekonomisiyle hiçbir ilgisi yok. Bu bir aldatmacadır. Hangi ilke ve değerlerle çelişir? İslam bankacılığı veya katılım bankacılığı az kapitalistleşmiş bir sistemin ürünüdür. Yani İslam ekonomisinin bir ürünü değildir. İslam tarihinde mesela

Emeviler, Abbasiler… dönemlerinde cehbezler, sarraflar var. Fakat bunlar marjinal kurumlardır. Ticareti geliştirmek için sistemin dayandığı kurumlar değildir. Ama belli dönemlerde devletin bile kredi aldığı kurumlar olmuşlar… Sâsânîler döneminden beri Ortadoğu’da bilinen Cehbezlerin mevduat topladıklarını ve bazen devlete kredi verdiklerini biliyoruz. Ancak bunlar nicelikle ticaretin kolaylaştırılmasını sağlayan bazı kurumlardır. Yani sistemin kalbinde yer almamışlardır. Osmanlıda bu tür kurumlar da yoktur. Para vakıfları gibi benzer kurumlar var ama sosyal güvenlik amacıyla çalışıyorlar. Bari bu gelenekten kopamıyoruz toplumsal yarar adına kullanalım anlayışı var. Oysa günümüzde İslam bankacılığının böyle bir derdi yoktur. Veya ikinci planda vardır. Birinci planda olan kar maksimasyonudur. Katılım bankacılığı ticari kurumlardır. Yani hayır kurumları veya vakıf kurumları değiller. Dolayısıyla adil gelir dağılımını sağlayıcı bir mekanizmaya sahip değillerdir. Fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan mekanizmanın kurumlarıdır. İSLAM EKONOMİSİ FAİZSİZ VE ZEKATLI KAPİTALİZM HALİNE GELMİŞTİR Buradan şu sonuca varabilir miyiz: İslamın bir sistem olarak hayata geçirilmesinin yerine bir ilkesinin kapitalist sistem içinde uygulanmaya çalışılması kapitalizmi daha işler kılıyor. Aynen öyle. Başka bir deyişle, günümüzde İslam ekonomisi faizsiz ve zekatlı kapitalizm haline gelmiştir. Teorik anlamda buna İslam kapitalizmi diyebilirsiniz. Maalesef böyle bir durum var. Fiili durum budur. Oysa İslam ekonomisinde adil gelir dağılımını öngören, emeği önemseyen, işsizliği yok etmeye çalışan sosyal bir ekonomi anlayışı vardır. Yoksa fakiri daha fakir yapan zengini daha zengin yapan bir ekonomi anlayışı kesinlikle yoktur. İslam tarihinde ve özelde Osmanlıda üretim-tüketim dengesi nasıl sağlanmıştı? İhtiyaca göre üretim ekonomisi vardır. Kitlevî üretim anlayışı söz konusu değildir. Asıl olan az tüketmek midir? Kanaatkarlık da diyebiliriz. Kanaatkar insan tipi ön plandadır. Kitlevi üretim zaten

sanayi devriminin bir sonucudur. Osmanlıda kitlevi üretim yok. Fakat çok net olarak şunu söyleyebiliriz; yüksek bir üretim potansiyeli vardır Osmanlıda. Esnaf sisteminde de, tarım sisteminde de. Tarımda ikta ve tımar sistemi vardır. Bu sistemler içerisinde yüksek bir üretim potansiyeli oluşturulmuştur. Ve şunu da vurgulamamız lazım, 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar, yani 1770’lere kadar Osmanlı ihracatı ithalatından fazladır. Ancak yüksek üretim potansiyeli bunu gerçekleştirebilir. Dışarıdan mal getiren tüccar para değil mal götürmek zorundadır. Özellikle dokuma ürünleri ihraç edilirdi 16. yüzyılda, Kanuni zamanında dört türlü malın ihracatı yasaktı. Ondan evvel şunu söyleyelim; Osmanlılarda ihracat seferberliği kavramı yoktu zaten. İthalat seferberliği, piyasanın mala doyması anlayışı vardır. Bu yasak olan maddelerden biri; temel gıda maddeleridir. Bunların başında buğday, zeytinyağı gelir. Sonra sabun gibi temel temizlik maddelerinin ihracatı kısıtlanmıştır. Sonra pamuk ipliği gibi sanayi hammaddelerinin ihracatı yasaktır. Ve savaş araçlarının ihracatı yasaktır. Bir de altın, gümüş gibi kıymetli maden ihracatı yasaktır. Üretim arttıkça bu yasaklarda daralmalar olduğunu görüyoruz. Mesela 17. yüzyılda üretimde artış vardır. 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar ihracatın fazla olduğunu söylemiştik. İşte o dönemde üretim artışları var. Maliyede bir gelişme var. Bütçelerde açıklar azalmış. Hatta bazen fazla veriyor. Osmanlı devletinin ekonomik anlamda yükselme dönemi 17-18. yüzyıldır. Sanırım Mehmet Genç hoca da aynı fikirde. Lale devrini içine alan dönem Osmanlı ekonomisinin ve maliyesinin zirve yaptığı dönemdir diyebiliriz. OSMANLI İNSANI HİÇBİR İHTİRASI OLMAYAN İNSAN OLARAK TANIMLANIR Osmanlıda insanın kendisiyle, doğayla, toplumla barışık yaşamasını sağlayan zihni yapıdan bahseder misiniz? Osmanlı insanı kanaatkardır. Dünyada görevlerinin olduğunu bilen ve öbür dünyada hesap vereceği bilincinde olan insan tipi vardır. Dolayısıyla dünyaya bakışında ihtiras, daha çok kazanmak, kar maksimasyonu veya tüketiciysen fayda maksimasyonu diye bir şey yok. İncelmiş bir anlayış vardır. Özellikle sanat eserlerinde bunu görebilirsiniz. Ama bu ihtiras anlamında değildir. Kanaatkarlık ön plandadır. Dingin, durağan bir insan tipi ortaya çıkmıştır. Dışarıdan gelen gözlemciler öyle söylüyor. Osmanlı insanını hiçbir ihtirası olmayan insan olarak tanımlıyorlar. Mesela Edmondo De Amicis diye meşhur bir İtalyan yazar vardır.

“Çocuk kalbi” adlı kitabın yazarı. Onun bir gözlemi var; bir Osmanlı kahvehanesine giriyor. Sanki mumya müzesine girdim diyor. İnsanlarda hareket yok. Yarım fincan kahveyi bütün gün içiyorlar. Durgun bir insan tipi. Ama bu hayattan bezmiş bir insan tipi değil. Yani ihtiyaçsız… Buradan hareketle diyorlar ki, bunun sebebi vakıflardır. Teşebbüs gücünü öldürmüştür diyorlar. Aslında böyle değildir. Vakıflar bir yandan insanların güvencesiyken bir yandan da sanayi altyapısını oluşturmuşlardır. Yani esnaf çalıştığı, iş yaptığı dükkanları vakıflardan almıştır. Vakıflar dükkanları hazırlamışlar ve onlardan elde ettikleri gelirlerle kamu hizmetlerini finanse etmişlerdir. Sistem farklı bir sistemdir. Bu sistemi anlamak gerekiyor. Anlamak için de önümüzdeki buzlu camların kaldırılması gerekiyor. Bu yine Mehmet Genç’in bir sözüdür. Tanzimat insanının önünde klasik Osmanlı zihniyetini anlamalarına engel bir buzlu cam vardı der. O buzlu camın arkasından bakıyorlardı. Her dönemde bu buzlu camlar artmıştır. Günümüzde beş on tane buzlu cam var herhalde. Arkasında görülen hayaletlere bakarak durumu tahmin etmeye, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Problemimiz budur. Osmanlıda kendiyle barışık bir insan modeli var. İhtirassız yapısıyla üretim ve tüketimde dengeyi sağlayarak doğayla ve toplumuyla da barışık yaşamış bu insan. Peki, bu modelden kalkarak günümüze yönelik bir İslam ekonomisi teorisi üretmek mümkün müdür? Tabi, bu bireylere bağlıdır. Mesela insanlar kendileri kul hakkı yemeyecek, kötülük düşünmeyecek, birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışmayacak, rekabet yerine dayanışmayı ön planda tutacak, az yiyecek, az konuşacak… bunların hiç birisi bizde yok. Bu gerçekleştirilirse yeni bir uygarlık oluşuyor demektir. İYİ BİR MÜSLÜMAN OLUNMADAN İSLAM EKONOMİSİ HAYATA GEÇMEZ Önce bireyden başlar diyorsunuz. Tabii. Bireyden başlar. Başkasına bakıp da kendimizi unutmamamız lazım. Kuran da bu duruma işaret eder biliyorsunuz; başkalarına iyiliği emrediyorsunuz ama kendinizi unutuyorsunuz diyerek. İnsanların önce kendilerinden başlaması lazım. Bu iş böyledir. Kendileri ne kadar gerçekleştirebiliyorlar? Yani iyi bir Müslüman olmadan İslam ekonomisi filan olmaz. Peki, bunlar yapılırken siyasi örgütlenme de paralel olarak yürütülmeli midir? İslam ekonomisinin ilkelerinin hayata geçirilebilmesi için mesela

D8 uygulaması veya İslam Ortak Pazarı düşüncesi birer adım olabilirler mi? Belli bir hedefe doğru arayışlar içinde olmak önemlidir. Hatta faizsiz bankacılığı bile bu açıdan değerlendirebiliriz. Ancak hedefin çok net olmadığı ve sonuçta az kapitalistleşmiş bir sistemin öğesi olunduğu görülüyor. Bu yüzden belirttiğiniz uygulamalara pek inanmıyorum. Yine de önemli olan bu uygulamaların sonuçta modern kapitalizmin dışına çıkmadığıdır. Onun dışına nasıl çıkılır? Bireysel olarak çıkılır. Mesela Gandhi insanlarla savaşmadı ama onları rahatsız etti. Çıkrıkla, dokuma tezgahıyla bağımsızlık hareketini örgütledi. Bu önemli bir şeydir. Şöyle diyelim; Müslümanlar örnek alınacak. Bu adamdan bana zarar gelmez deniyorsa bu önemlidir işte. Siyasi örgütlenme bazında düşündüğümüzde… Bunun dışındakiler daha sonra gelir. Yani kafamızı, zihnimizi bu noktaya yoğunlaştırıp da asıl görevlerimizi unutmamalıyız. Benim görüşüm şudur; hep siyasi örgütlenmeye ağırlık veren insanlar kendilerini unutuyorlar. Dünyayı kurtarmaya çalışırken kendilerini unutuyorlar maalesef. Yani o yönde bir model arayışına gerek yoktur mu diyorsunuz? Bireyler kendilerini düzelttiklerinde bu da kendiliğinden gerçekleşecek midir? Tabii. Kendiliğinden olur bunlar. Başkaları örnek alır. Şimdi İslam hızla yayılıyor diyemezsiniz. Entelektüel bazda bir gelişme vardır ama Müslümanları örnek alarak bir İslamlaşma yok dünyada. Eğer bu olursa bir takım gelişmeler yaşanır. MÜSLÜMANLARIN TEMEL ÇEKİNECEKLERİ GÜÇ ALLAH OLMALIDIR Ama şöyle bir handikap var hocam. Kapitalizm ve onun ürettiği kültürel ortam bütün aygıtları kullanarak bireyin üzerinde tahakküm kuruyor. Medya aracılığıyla, eğitim aracılığıyla ve hatta sokağa çıktığınız anda reklam panoları aracılığıyla hakimiyet sağlıyor. Bu nasıl aşılır? Birey bu ortamda kendini nasıl özgürleştirir? Bu hepimizin başında. Ben üniversitede öğrenciyken şimdiki gibi değildi. Hocaların karşısında şimdiki gibi konuşamazdık. Bir ayet vardır: “İnsanlardan

korkmayın Ben’den korkun” der Allah Teala. Günümüzde tam tersidir. Müslümanlar, insanlar ne der diye yaşıyor, bütün korkuları insanlar. Oysa Müslümanların temel çekinecekleri gücün insanlar değil Allah olması lazım. Eğer bu yer değiştirirse işte hal böyle olur. İslam ekonomisi bazında düşündüğümüzde, insanların bu sistemden bağımsız ve bu sistemin içinde İslam ekonomisinin ilkelerine bağlı kalarak faaliyet göstermeleri mümkün müdür? Mümkündür tabii. Kurtarılmış adacıklar oluşturmak gibi bir şey mi? Çok basit bir şey. Hz. Peygamber(sav) tüccarlık yaptı. Bir sıfatı vardı onun. Hatırlıyor musunuz? “Emin” Evet. Müslümanlar emin insanlar olurlarsa biter bu iş. Bu Müslümandır, bundan yamuk iş çıkmaz dendiği zaman tamamdır. Mesela elini vicdanına koy söyle, “hacı” tipinin olumlu bir çağrışımı mı var olumsuz mu? Medyada olumsuz bir çağrışıma sahip. Bütün sorun bu işte. Müslümandan zarar gelmemesi lazım, bu imajın oluşturulmaması lazım. Demek ki, yapılacak çok iş var. Hz. Peygamber(sav) “Allah doğru tüccarı Peygamberler(as) ile birlikte haşreder” diyor. Allah, Peygamberler’in(as) yanına koyduğuna göre tüccar çok önemli bir şeydir. Öyle bir tüccar varsa ben gidip elini öperim. Çok önemli bir şeydir. Peygamber’in(as) yanında çünkü. Böyle tüccar yok maalesef. Geçen cumartesi İGİAD’da ekonomi ve iş ahlakı çerçevesinde yaptığım konuşmada bu tür şeyler söyledim. Rahatsız olanlar oldu. Birisi “hocam zihnimizi allak bullak ettiniz” dedi. Ben kolay konuşuyorum ama kolay değil tabii. Hatta İlahiyat Fakültesinde iktisat dersi verdim bir ara. Öğrencilerden biri dedi ki, iktisat okuyoruz, çünkü nasıl zengin olunur öğrenmek istiyoruz. Siz burada bize fakrı tavsiye ediyorsunuz. Dedim ki, ekonomide zengin olmayı öğrenerek zengin olunamaz. O başka bir şey. Kul hakkı yiyerek zengin olunabilir belki ama bunu yapmadan nasıl zengin olunur, önemli olan budur işte.

Kaynak: http://www.dunyabulteni.net/islam-iktisadi-ve-politik-ekonomi/45494/islam-ekono misi

“İslam İktisadi Düşünce Tarihi: Değer Kuramı, Piyasa ve Fiyat Tespiti” İslam İktisadi Düşünce Tarihi Değer Kuramı, Piyasa ve Fiyat Tespiti ‫ﻴﻢ‬‫ﺣ‬‫ اﻟﺮ‬‫ﻦ‬‫ﻤ‬‫ﺣ‬‫ اﻟﺮ‬‫ﻪ‬‫ اﻟ‬‫ﻢ‬‫ﺑِﺴ‬ ‫ﺪ‬‫ آﻟﻤﺤﻤ‬‫ﺪ وﻋﻠ‬‫ ﻣﺤﻤ‬‫ ﻋﻠ‬‫ ﺻﻞ‬‫ اﻟﻠﻬﻢ‬/ ‫ﻪ‬‫اﻟﺤﻤﺪ ﻟ‬ Müslüman alimler Antik Yunan Çevirileri’nden yararlanmışlardır. Özellikle kelamcılar ve hükemacılar(felsefeciler). Fakat bu çevirilerden önce yani Hicri 3. yüzyıl ve takip eden senelerde alimler zaten iktisadi düşünce ve iktisat politikası konularında fikir geliştirmişlerdi. Bu iki ekolün birleşimi iktisadi ve siyasi ilimlerin gelişiminde bir katalizör görevi gördü. Sadece Yunan düşünce akımını geliştirmediler, üstüne yeni tasavvurlarlar da geliştirdiler. (Bu bölümde İslami gelenekte iktisadi tasavvurların gelişimini görmek amaçlanmaktadır. Dolayısıyla alimlerden ziyade daha çok mefhumlardan bahsedilecektir.) 1. Değer Kuramı Unsurları ve Müslüman Alimler

İktisat bir bilim dalı olduğundan beri “değer” konusunun önemi artmıştır. Adam Smith (1723-1790) “Emek-Değer Teorisini” literatüre kazandırmış ancak değerin üretim maliyeti konusunda kafısı karışık bir hal sergilemiştir. Ricardo (1772-1823) bu muallaklığı gidermeye çalışmışsa da kendi kafasını karıştırmaktan öteye geçememiştir. Marx (1811-1889) her farklı görüşü ikna çabasıyla Smith ve Ricardo’nun Emek-Değer Teorisini, kendi sömürü teorisine almaya çalışmıştır. Marjinalist ekol, klasik ekolün arz yanlı iktisad anlayışına karşı talep yanlı iktisadı yani faydaya bağlı değer teorisi anlayışını vurgulamıştır. Neo-Klasik iktisadçılar da bu münakaşaya son vermek adına değerin belirlenmesinde arz ve talebin etkisini birleştirmeyi denediler. Bu duruma bakıp, Smith dönemi öncesi değer tespiti konusunda herhangi bir tutarlı teori olmadığı düşünülebilirse de aslında böyle değildir. Şaşırtıcı bir şekilde “değer tespit unsurları” ve bunun temel yapı taşları modern iktisadın mimarlarından önce vardı. İlginç bir şekilde İslami gelenekte değer teorisi farklı bir şekilde gelişmişti. İleride de değinileceği üzere, tarih boyunca değer tespiti anlayışı talep ve arz tarafından yapılmıştır. Alimler her ne kadar değerin, ürünün tabii değerini mi yoksa geçici bir piyasa fiyatını mı temsil ettiğini belirtmemiş olsalar da onların beyanlarında objektif bir sonuca varmak mümkündür. Marjinal Faydaya Bağlı Değer Müslüman alimler, terminolojiyi kullanmaksızın marjinal faydaya dayalı değer tespitini Hicri 2./ Miladi 9. Yüzyılın başlarında kavramışlardır. İmam Şafii (rh)* şöyle demiştir; “Fakir bir adam bir dinara ederinden çok daha fazla değer verirken, bir zengin yüzlerce değerindeki dinarları dikkate almaz.” Cüveyni’de (rh) benzer bir görüş belirtmiştir. Şeybani(rh) şu görüşü ile olumsuz fayda (disutility)’dan bahsetmiştir; “… bir kişi kendi faydası için yemek yerken midesi dolduktan sonra yemeye devam ederse fayda görmez, aksine zarar görür.” İbnü’l Cevzi (rh) ise şu tanımı ile faydanın öznel tanımı en iyi yapan kişidir;

“Yiyecek ve içeceklerden alınacak memnuniyet açlığın veya susuzluğun ne kadar güçlü olduğuna bağlıdır. O kişinin ilk konumuna (tokluk) ulaştıktan sonra onu yemeye ve içmeye zorlamak o kişide ızdıraba neden olur” Dolayısıyla bir nesnenin değerinin öznel ve azalan marjinal faydaya bağlı olduğu bu alimler tarafından belirtildiği açıktır. Dimaşki (rh) diğer zaruretleri görmezden gelip yalnıza bir zaruret için çok fazla para harcamayı irrasyonel bulmuştur. Bunun sebebini azalan marjinal fayda olarak belirtebiliriz. O, bu tutumun yerine çağdaş iktisad metinlerinde geçen eşitmarjinal (equimarginal) ilkesine benzer bir şekilde gelir tahsisatını önermiştir. Değerin Üretim Maliyeti Kuramı İbn Teymiyye (rh) değerin emek ve sermaye tarafından edinilen bir ‘artırım’ olduğunu savunmuştur. Bu nedenle bu iki unsurun etkisiyle değer belirlenmelidir. Onun bir başka ifadesinde anlaşılır ki değerin tespitinde bütün unsurların etkisi vardır. Örneğin; su, hava ve hammaddenin de dahil olduğu toprak, emek ve sermaye gibi. Değerin Emek Kuramı: İbn Haldun (rh) kârın, emekten elde edilen bir değer olduğunu iddia eder. Baeck bir yazısında İbn Haldun’un bu düşüncesini şöyle nakleder: “ İbn Haldun’a göre her ürünün değeri o ürün için harcanan emek gücüne eşittir.” İbn Haldun her ne kadar mübadele değeri terimini kullanmasa da anlaşılan o ki onun bahsettiği budur. Sonuç olarak onun makalelerinden anlayabiliriz ki, İbn Haldun değer kuramını Klasik iktisatçıların başladığı noktadan benimsemiştir.

2. Piyasa ve Fiyat Bütün insanlığa gönderilen İslam, ilk olarak, en büyük geçim kaynağını ticaretten elde eden bir topluma inmiştir. Bu, o toplumun piyasanın işleyişini ve piyasa ile ilgili meseleleri bilme konusunda tecrübeli oldukları anlamına gelir. Bu nedenle, bu gözlem ve deneylerini kuramsallaştırma konusunda çok fazla vakit kaybetmemişlerdir. Piyasanın işleyişinde arz ve talep hayati bir rol oynar. Müslüman alimler bu piyasa güçlerini (arz ve talep) tahlil etmede derin bir ferasete sahiplerdi. Arz, Talep ve Fiyatlar Fiyatların devlet tarafından belirlenmesi sorusu Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (sav) döneminde gündeme gelmişti. O (sav) fiyatların sabitlenmesini reddetmişti. İhtikar(stokçuluk – hoarding) ve malın pazara gelmeden karşılanıp sonra pazarda satılmasının[1](forestalling) yasaklanmasıyla beraber O (sav) fiyat tespitinde piyasa güçlerinin serbest ve esnek bırakılmasını tasdik etmiştir. Müslüman alimler bu mekanizmanın bilincindeydiler. Bu mekanizmayı görselleştiren(visualize) bir takım ulema vardır. Fiyatların tespitinde arz ve talebin tesirinden aşikar bir halde bahseden ilk kişi İmam Şafii (rh)’dir. O, “Bir eşyanın değeri her an değişebilir. Bunun nedeni insanların o ürünü alma isteğinin değişimi veya o ürünün miktarının kemiyeti (azlığı çokluğu)dir” demiştir. Bununla birlikte, hasatın zirai ürünlerinin fiyatları üzerindeki etkisini ilk açıklayan kişi İbn Mukaffa (rh)’dır. Ancak O’nun yegane amacı sabit toprak vergisinin, çiftçilerin akıbeti ve devletin gelirlerine olan etkisini analiz etmekti. Benzer bir çalışma Halife Harun Reşid’in (rh) “Zirai-Nisbi Toprak Vergisi”nin (Land Tax with Proportinal Agricultural Tax) getirilmesi konusunda fikrini sorduğu Ebu Yusuf (rh)’un analizlerinde de gözlemlenebilir. “Ucuzluğun ve pahalılığın tespit edilmiş hiç bir kesin limiti yoktur. Bu, kararı Sema’dan verilmiş bir konudur ve kaidesi meçhuldur. Ne ucuzluk yiyecek bolluğu, ne de pahalılık kıtlığın sebebiyle oluşur. Bu, Allah (Azze ve Celle)’nin inayetiyle belirlenir. Bazen yiyecekler bolluğuna rağmen pahalıdır veya bazen de çok azdır ancak fiyatları ucuzdur.” der.

Bu arza göre fiyatın belirlendiği görüşünü benimseyen ortak akıla bir tekzip niteliğindedir. Aslına bakılırsa, fiyatlar sadece arza göre değil, eşit oranda talebe göre de değişir. Hatta başka unsurların da tesiri olabilir. Para arzı, ihtikar/stokçuluk gibi. Ebu Yusuf fiyat tespitinde “başka unsurların” da olduğunu söylese de kendisinden bu unsurların ayrıntılı açıklaması istenmediğinden ve de özlülük(brevity) adına bunları belirtmemiştir. İlk dönemlerde arz ve talebin öneminin altını çizen bir diğer alim El-Cahiz (rh)’dir. O, el-Tebessür bi’l-Ticaret (Ticaretin İç yüzünü Kavrama) adlı eserinde şöyle der; “Miktarı artan her şey ucuzlar; ilim hariç, o arttıkça değeri de artar.” Kadı Abdülcabbar (rh) arz ve talep unsurlarını bir bir sayar ve sonra bunları Yüce Yaratan’a dayandırır. Aynı zamanda bizi, değişikliğin piyasa unsurlarının bir sonucu olarak mı, yoksa insanların yaptığı manipülasyonlardan mı kaynaklandığını ayırt etmeye çağırır. Eğer manipülasyon varsa piyasaya bir müdahale yapılmasını önerir. Cüveyni de arzın ve talebin fiyatı belirlemesindeki rolünün bir şahsın kontrolü altında olamayacağı kanaatindedir. Bu görüş, tam rekabetli piyasadaki alıcı ve satıcıların fiyata etkisinin olmaması anlamına gelmektedir. Yani Cüveyni bu anlamda fiyat belirleyen (price maker) değil, fiyat kabullenen (price taker)’dir. Cüveyni’nin talebesi olan İmam Gazali (rh), gönüllü ticari faaliyetlerin önemini ve arz-talep güçlerinin fiyat ve kar oranlarını belirlediği piyasaların oluşumu gibi konulara daha detaylı bir şekilde katkıda bulunmuştur. O’na göre, piyasalar tabii bir nizama göre gelişir. Tabii nizam, başkalarının telkinlerine ihtiyaç duymadan karşılıklı iktisadi ihtiyaçların giderilmesidir. Gazali’ye göre karşılıklı mübadelenin/alışverişin gerçekleşmesi için, uzmanlaşma ve bölgelere ve kaynaklara göre iş bölümü olması gerekmektedir. Ticari işlemler ise, ürünleri uygun zaman ve mekanda mevcut kıldığı için onlara değer katar. Piyasada tarafların çıkarları(self-interest), kar odaklı tacir ve komisyoncuların oluşmasına neden olmaktadır. Şaşırtıcı bir şekilde piyasa gelişiminin açıkça tanımlamasına karşın Gazali, arz ve talebin rolünü açıkça tartışmaz. Ancak yüksek fiyatların olması durumunda talebin azaltılarak fiyatın düşürülmesini önermesi, onun piyasa güçlerinin işleyişi hakkında bilgi sahibi olduğunun bir delili niteliğindedir.

Arz ve talebin işlevleri hakkında başka bir ifade Dimaşki’den gelir. Fiyatlar, piyasa güçleri tarafından medyan veya geçici bir fiyat olarak belirlenir. O, medyan fiyatın üstünde ve altındaki değerlere değişik isimler verir (çağdaş iktisatçıların enflasyonun farklı türlerini çeşitli şekilde isimlendirdikleri gibi). O, medyan fiyatlarının sabit bir şekilde muhafaza edilmesinin gerekliliğini savunur. İbn Teymiyye arz-talebin ve fiyatların nasıl belirlendiğinin üzerine açık ve daha ayrıntılı bir yorum yapar. Kendisine sorulan bir soruya şöyle cevap verir; “Fiyatlardaki artış ve azalma, mutlaka bir adaletsizlik(zulüm) sebebiyle gerçekleşmek zorunda değildir. Bazen sebep, üretimdeki yetersizlik veya ithal edilen mallara olan talepteki düşüştür. Bu nedenle eğer bir ürün için talep artarsa ve o ürünün bulunabilirliği düşerse fiyatlar artar. Diğer taraftan, o ürün için talep azalır ve o ürünün bulunabilirliği artarsa da fiyatlar düşer. Bu kıtlık veya bolluğun sebebi illa da kişilerin eylemlerinden kaynaklanmayabilir. Bu içinde adaletsizlik bulundurmayan bir sebepten ötürü de gerçekleşebilir. İnsanların kalbinde arzuları -dolayısıyla Allah(Subhanehu ve Tealâ)’tır.”

talebi-

yaratan

İbn Teymiyye’nin bu düşüncesi, “yüksek fiyatların sebebinin piyasadaki manipülasyonlar olduğunu” söyleyen genel görüşü kısmi olarak yansıtır. Bunun yanı sıra , fiyatların artış ve düşüşünde piyasa baskılarının olabileceğini de savunur. Bu yüzden belirli bir fiyatta talep artar ve arz düşerse fiyatların

yükseleceğine, aynı zamanda arz artıp talep azalırsa da fiyatlarda nihai bir düşüş gözlenir. Benzer bir şekilde, arz ve/veya talepteki değişim derecesine bağlı olarak, fiyatlardaki değişim fazla da olabilir az da olabilir. Hatta değişmeyebilir de. Onun ifadelerinde her çeşit senaryo gözlemlenebilir. Bununla birlikte, bu iki değişikliğin ne aynı anda oluşması ne de birleşmesi gerekmez. Ceteris Paribus olma durumunda bile aynı sonucu elde edebiliriz. İbn Teymiye İslam’da Hisbe adlı kitabının bir bölümünde bu iki değişikliğin ayrı ayrı tanımını yapar: “Eğer insanlar mallarını genel kabul görmüş biçimde ve hiçbir adaletsizlik olmadan satıyorsa ve arz azlığından veya nüfusun artmasından (talep artıyor) fiyatlar yükseliyorsa bu Allah’tandır.” Bu, bu tür değişikliklerin Allah’ın dilemesiyle olacağı anlamına gelir. Tabii ki o diğer unsurların aynı kaldığını varsayar. Talebin artmasından veya arzın azalmasından dolayı ortaya çıkan fiyat düşüşü Allah’ın dilemesiyle olur. Bu piyasaların gayri şahsi doğasını bize gösterir.[2] İbn Teymiyye’nin fiyatların belirlenmesi mekanizması açıklık ve özenle hazırlanma bakımından bütün diğer Müslüman alimlerinden ayrılır. Onun öğrencisi olan İbn Kayyım (rh), onun görüşlerini benimsemiş ve yer yer yeni çıkarımlar yapmıştır. Bu nedenle onun bu konudaki görüşleri bir daha bahsetmeye hacet yoktur. Ancak bizim aynı zamanda arz-talep’i belirleyen yeni unsurlar tanımlayan ve bunların fiyatlar üzerindeki etkisini inceleyen İbn Haldun’dan da bahsetmemiz gerekmektedir. İbn Haldun, talebi belirleyen unsurlar arasına çeşitli medeniyet ve gelişmişlik seviyesinde olan toplumların satın alım gücünü de eklemiştir. Ona göre, talep edilen ürünlerin bileşimi ve ürünleri alma isteği(willingness to buy) köy/kırsal kesim ve şehirlere göre değişiklik gösterebileceği gibi hanedanlığın kuruluş ve yükselme evrelerinde de farklılık arz edecektir. Arz kira, maaş ve vergi gibi üretim ve tedarikler maliyetlerinden etkilenir. İbn Haldun’a göre: “Uygun/aşırı olmayan kârlar ticareti canlandırırken, düşük kârlar üreticileri üretmekten caydıracağına göre ticareti zayıflatır. Ve çok fazla kar oranı da talebin düşmesini sağlar.” Görüşlerini desteklemek için çeşitli ülkelerden örnekler verir.

Piyasada ve Fiyatların Kontrolündeki Noksanlar Müslüman alimler fiyat tespit yöntemi ve piyasanın işleyişi konularında entellektüel ve akademik bir seviyede tartışmamışlardı. Bu konuları daha çok anormal fiyatların olduğu bir ortamda adil bir fiyat tespiti için yapmışlardı. Daha önce belirttiğimiz gibi fiyatların kontrol altında olması durumu Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) döneminde de vardı ve O(sav) bu yöntemi reddetmişti. Ve O(sav)’nun bu tercihi yüzünden alimlerimiz de bu yöntemi reddetmiştir ki, bu yöntem içtihat literatüründe çok tartışmalı bir konu olmuştur. Biz sabit fiyat uygulamasına karşı ola duralım, Makdisi (rh) bu yöntemi iktisadi bir açıdan incelemek ve zararlarını bulmak için analiz etmiştir. Fiyat sabitleme yöntemi niyet edilen amacın tam aksi yönünde sonuçlanır; zira hiçbir yabancı tacir, malını fiyatına kendisinin karar veremediği bir piyasada satmak istemez ve mukim(o bölgede ikamet eden/yaşayan) tüccar da malını (fiyat seviyesinden memnun olmadığı) piyasaya sürmekten imtina eder/ ihtikar-stokçuluk yapar. Bu arzın daha da düşmesine ve durumun daha da kötüleşmesine sebep olmaktadır. Bu durumda tüketicilerin talepleri karşılanamayacak ve fiyatlar daha da artacaktır. Dolayısıyla hem üreticiler hem de tüketiciler böyle bir uygulamadan zarar görmüş olacaktır. Aynı görüş Ortaçağ Avrupa’sında Peter Olivi tarafından da savunulmuştur. İbn Teymiyye’ye göre Hz. Muhammed (sav), zamanın iktisadi unsurlarının bir gereği olarak fiyat sabitlemeyi yasaklamıştır.Yani İbni Teymiyye’ye bu yöntemin yasaklanması genel bir kural değildir. Bunlara ek olarak, Müslüman alimlerde eşdeğer fiyat (kıymetul misl) veya adil

fiyat (kıymetul adil) fikirleri mevcuttur. Onların adil fiyat mefhumu/kavramı Yunan literatüründen alınmamıştır. Bu mefhum evvelce Peygamberimiz(sav) ve O’nun halifeleri Ömer ve Ali (r.anhum) dönemlerinde gündem oluşturmuştur. İbn Teymiyye’nin izahının gerektirdiği gibi adil fiyat tam rekabetçi pazar güçleri tarafından belirlenir. O, böyle bir piyasanın çeşitli niteliklerinden bahsetmektedir. Pazar güçlerinden dolayı değişen fiyatların bir ihlal olmadığını savunduğundan dolayı hükümetin müdahale etmesini gerektiren bir sebep olmadığını söyler. Yalnız tekelcilik, oligopolcülük gibi durumları bundan müstesna tutar. İbn Teymiyye’den çok daha önce fiyat kontrolüne karşı çıkan Yahya ibni Ömer elKinani de tekelcilik gibi pazar iştirakçılarının işbirliği ile yaptığı hileleri gidermek için fiyat sabitlenmesinin yapılabiliceğini savunmuştur. İdari fiyat sabitlenmesi için, İbn Habib (rh) imamın(otoritenin başındaki kişi), pazar temsilcilerinin iştirak edeceği bir toplantı düzenlemesi gerektiğini belirtir. Sonra bu toplantı sonucunda hem tüketicileri hem de üreticileri tatmin eden bir fiyat belirlenmesi gerektiğini söyler. İki tarafın rızası olmadan sabit bir fiyat belirlenmemelidir. Zira üreticilerin rızası dışındaki fiyatlar uzun vadede toplumun zararınadır.

En doğrusunu bilen Allah’tır. Yazar: Abdul Azim Islahi Çeviren: Ziya Ekrem Bayrak

*: RahmetUllahi Aleyh – “Allah ona rahmet etsin” anlamına gelmektedir. İslam’a hizmet etmiş değerli alimlerin ismi anıldığı zaman bir saygı ifadesi olarak kullanılmaktadır. [1] O dönemlerde şehrin dışından gelen tacirler şehir içi piyasasındaki fiyatları şehre gelmeden önce tam olarak bilemiyorlardı, pazara geldikleri zaman sattıkları malın piyasa fiyatını öğrenebiliyorlardı. Şehre girmeden onları karşılamak isteyenler ise piyasa fiyatları hakkında yanıltıcı veriler üzerinden tacirleri kandırabiliyorlardı. Dolayısıyla bunun önüne geçilmesi adına böyle bir yasak yürürlüğe girmişti. Bu Yüce Allah’ın sosyal hayata koyduğu adalet ölçülerinden

birini teşkil etmektedir. [2] Bu şekilde doğal bir işleyiş içinde çalışan arz-talep mekanizmasını Allah’ın iktisadi alana koyduğu bir SünnetUllah olarak değerlendirebiliriz. Allahu A’lem.

View more...

Comments

Copyright � 2017 SILO Inc.