Ali Kemal Balkanlı (İstanbul, Ankara, 1992)

December 23, 2017 | Author: Osman Konca | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

1 Ali Kemal Balkanlı (İstanbul, Ankara, 1992) İstanbul'da doğdu. Ailesi Bulgaristan'ın Tırnova şehrindendir. Türk-R...

Description

Ali Kemal Balkanlı (İstanbul, 1900 - Ankara, 1992) İstanbul'da doğdu. Ailesi Bulgaristan'ın Tırnova şehrindendir. Türk-Rus Harbinden sonra İstanbul'a göçeden ailenin oğlu Osman Nuri Bey (Ali Kemal'in babası), İstanbul'da Mekteb-i Mülkiye'den mezun olup Anadolu'nun bir çok şehrinde memurluk yaptı. Bolu valisi iken Yunanlıların işgali nedeniyle Bulgaristan'a giderek Şumnu "Nüvvab"ında hayatının sonuna kadar hocalık yaptı. Osman Nuri Bey, İstanbul'da öğrenciliği yıllarında evlendi ve 1900 tarihinde doğan Ali Kemal'i Filibe'ye, dedesinin (Ali Kemal'in annesinin babası) yanma gönderdi. Ali Kemal, ilkokulu Filibe'de bitirdi. Orta öğrenimini ise İstanbul ve Anadolu şehirlerinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra İtalya'da "Victorio Alfieri" Yüksekokulunda İtalyan Dili ve Edebiyatı üzerinde 4 yıl yüksek öğrenim gördü, aynı zamanda da Türkiye'nin Roma Büyükelçiliğinde memur olarak çalıştı. İtalya'dan dönünce, 1922 tarihinde Bulgaristan'a gitti. Güney Bulgaristan'ın Peştere, Hasköy, Harmanlı ve Kırcaali Türk okullarında öğretmenlik ve müdürlük yaptı. Filibe'ye yerleşti.

Sofya'da çıkan "Dostluk" gazetesinin başmuharriri ve idare müdürü olarak çalıştı (19261930). Yine Sofya'da çıkan "Çiftçi Kurtuluşu" gazetesinde de bir süre başyazar ve idare müdürü olarak görev yaptı. 1934-1936 yıllarında "Balkan Postası" gazetesinin sahibi ve başhurarrırliğini üstlendi.

HAZAN-I ÖMÜR (Sebû-yiilham"dan)

YURDUM (Sebû-yiİlham"dan)

Bir başka letafet mütecellidir hazanda, Bağlar sararıp gülleri solmakla beraber; Meşcerler uyur kuşları susmuş bu zamanda, Ruhlarda bahar meltemi olmakla beraber; Ömrün de hazan günleri yaklaşmada artık, Peymane-i-aşk şevk ile dolmakla beraber... İnkâra mahal kalmadı şehuhata vardık, Başta ağaran kılları yolmakla beraber...

Öyle sakindir bu topraklar., gören hâlî sanır; Sineninden kahramanlar fışkırır, âlem tanır; Bir nazar kılsın felek tarihe., hep şâhid odur; Her taşın altında binbir ünlü İskender yatır!.

Bu yıllarda Ali Kemal, birçok ilk ve ortaokul ders kitabı yazdı. En önemli eseri, 1932'de Filibe'de yayımladığı "Yeni Türk Lügati" oldu. Bu değerli eser yıllar boyu Bulgaristan Türk aydınlarının temel kılavuzu oldu. Başka eserleriyle de Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının kültürüne büyük hizmetlerde bulundu. 1937de Bulgarların baskısıyla Türkiye'ye gelen Ali Kemal Balkanlı, Maliye Bakanlığında görev yaptı. 1955'te de emekliye ayrıldı. Türkiye'de "İslâm" dergisini çıkardı ve değerli eserler yazdı. 1986'da "Şarkî Rumeli ve Buradaki Türkler" adlı eserini yayımladı. Ali Kemal Balkanlı, 1992 tarihinde Ankara'da vefat etti.

Duyduğun birçok hikâyat sanma kim efsanedir; Her karış toprak nice destan okur.. Şehnamedir; Yok misali yurdumun dünyada, bir tek tanedir; Her taşın altında binbir ünlü İskender yatır!..

FİLİBE'DEKİ TÜRK VARLIĞI NASIL YOK EDİLDİ? (Balkanlar 'in Sesi, 1989, Sayı 3, sf. 40-43) İstanbul'da doğmuş, hayata gözlerimi Filibe'de açmıştım. O zamanlar Filibe henüz hükmen Osmanlı padişahının hüküm ve nüfuzu altında bulunan "Şarkı Rumeli Vilayeti"nin merkezi ve aynı zamanda Bulgaristan Prensliğinin ikinci devlet merkezi bulunuyordu. Osmanlı Türkleri'nin Balkanlar'da ilk "Beylerbeyilik" merkezi olmuş, ordulara üs, yönetime en büyük yuva olmuş bulunan Filibe, beşyüz yıldan fazla bir Türk idare, kültür ve sanat ve sosyal toplum merkezi olarak Türk'ün imarperver eli altında çeşitli din, hayır ve savunma tesisleriyle donatılmış bulunuyordu. Çocukluğumda, yani bulunduğumuz şu 20. asrın başlarında, Filibe'de bir kısmının adları ha tırlarda amma birçoğu ayakta 48 kadar camisiyle bilinen bazı medreselerini ve hamamlarını, "Kur şunlu Han" denilen "Kervansaray"mı şimdi de ha tırlamaktayım. Bunlar ne olmuştur? İslâm halkı dağılıp cemaatı kalmayan ve zamanla tamirsizlikten harap olan din ve hayır müessese veya tesislerinin yıkımından Bulgarları sorumlu tutmayı uygun bulmuyorum. Bugün, devlet merkezimiz olan Ankara'da bile birçok camiler, türbeler yıkılmış, yatırların kabirleri toprak yığınlarıyla belirsizlenmiş bulunuyor. Şu halde, Bulgarlar şöyle yaptı, böyle yaptı diye onları ve başkalarını suçlamamız doğru değildir. Ancak bir şeyin yıkılmaya maruz bulunması dolayısıyla yani "maili inhidam" olması sebebiyle yıkılması başkadır, düşmancasına yıkılması yine başka! Bulgarlar, şehirlerdeki yol güzergahlarını, gariptir ki hep Türk eserlerinin üzerlerine göğüslettirmişlerdir. Onları yıkan ve yıktıranlar da, yaptıklan işten kendilerini zevkle tatmin edici bir haz duymuşlardır. Nedir Türk'e olan bu düşmanlıklarının sebebi? Türkler tarafından memleketlerinin istilâ edilmiş olması mıdır? Hayır... Çünkü Bulgar köylüsü ekmek bulmuş, asayiş sağlanmış, halk şikâyet etmeyerek ve "İnsaflık'a u Turçina" (İnsaf Türklerdedir) sözünü atasözü haline getirerek yaşamış halinden şikâyet

etmemiştir.

Şu halde, yeni nesillerin bir intikam ateşiyle Türk'e düşman olmaları nedendir? Bu kin, önceleri Bulgarların "Sveta Gora" de dikleri "Aynoror'da Bizans'ı yeniden kurma hırs ve ateşiyle yanan Rum pa pazlarının Bulgar ke şişlerine daha sonraları da bu papazlardan feyz alan Bulgar manastır keşişlerinin Rus telkin ve kış kırtmalarıyla gençliğe aşıladıkları isyankâr duy gular ve Türk'den nefret kindarlıklarıdır. >( ,.a Rila, Gabrova, Baçkova gibi dağlardaki ücra manastırların Rus ajanları ve çoğunlukla Rus kurmay subaylarından oluşan papaz kıyafetli keşiş kılıklı teşvikçileri ancak 19. asırda ihtilal kışkırtmalarında başarı sağlayabilmişlerdir ki, aynı operasyonlar, Sırplar, Yunanlılar ve Rumen'lerle Karadağlılar arasında da cereyan etmiş bulunuyordu. "Beşyüzyıllık esaret" dedikleri devre zarfında Bulgar halkı hiç haksızlığa uğramamış mıdır? Şüphesiz, bazı mahalli haksızlıklar, adaletsizlikler olmuştur amma, bunlara karşı yapılan şikâyetler daima "saltanat" ve ilgili vezirlerce, yapanların cezalandırılmasıyla önlenilmiştir. Çocukluğumda, Filibe "beynelmilel" denilebilecek bir haldeydi. Halkı Türkler'den, Bulgarlar'dan- Rumlar'dan, Yahudi ve Çingeneler'den oluşmakta, bunların hepsi aralarında genel dil olarak Türkçe konuşmaktaydı. Satıcılar Türk mahallelerinde Türkçe bağırarak satış yapıyor, bir dairede işiniz olsa meramınızı Türkçe ifade edebiliyor, Türkler, Ramazan'da iftar için fişek attırıyor, davul çaldırıyor, camiler kadınlı erkekli dolup taşıyor. Şehrin merkezî yeri olan "Cuma Önü Meydanındaki Muradiyye Camii teravih namazlarında hınca hınç doluyordu. Filibe'nin kalabalık Türk'ün yaşadığı civar köyleri olan "Kuklen" ki Türkler "Kuklene" derler Vodene, Yeniköy'de de aynı durum yaşanırdı. Sonraları camiler plana gelmeye başladı. Çocukluğumda yıkıldıklarını bilip gördüğüm camiler: Musalla Camii, Saattepe Camii, Tahtakale Camii gibi camilerdi ki, bunlardan Musalla Camii denilen cami İbrahim tarafından "Tatar Pazarcığında bir eşi yaptırılmış, belki de Mimar

196

Sinen eseri tek kubbeli, minareli camilerden bi riydi. Filibe'de kurşun kubbeli ve minareli camiler arasında görüp bildiklerim: Saattepe Camii, Taş köprü Camii, Hadim Şahabeddin Paşa Camii ve dokuz kubbeli olan "Muradiyye" ve "Cuma Camii"ydi (!) Eski mahallemizde bulunan ve halk arasında "Alaca Camii" denilen "İne Hoca" camii de tek kurşun kubbeli ve minareliydi. Camiinin yıkılışı Bulgarlar'm İslâmiyyete ve Türklüğe karşı besledikleri hıncın, cahil birkaç Bulgar itfaiyye erinin yıkım sırasında ki davranışlarında açıkça kendini göstermişti. Bulgar itfaiyye erleri, camiin bulunduğu cad deye bir fotoğrafçı çağırmışlar, bir taraftan sı rıtarak kendilerini hüzünle süzen bana bakarken bir taraftan da alaylı alaylı gülerek kazmalarını savuruyorlardı. Bu manzaraya bir tesadüf eseri rastlamıştım. Hınçları yüzlerinde apaçık beliren bu itfaiyye neferlerinin bu öc alıcı hareket ve tavırları elbette ki kendi duyguları değil, aldıkları telkinlerin sonucu ve belirtisiydi. Cesr-i Mustafa Paşa-Kapılı Derbent arasında güney-doğudan kuzey-batıya uzunlamasına ve Balkan dağları eteklerinden Rodop eteklerine ku zeyden güneye enlemesine uzanan Filibe ovasındaki arazinin hemen tamamı Türk bey ve ağa larının topraklarıydı. Sahipleri ya istilâ sıralarında korkup kaçan, yahut tehditler ve ağır vergi yükleriyle ezilip kaçırılan bu arazi Bulgarlarca yok fi yatına alınmış veya çıkarılan kanunlarla Türklerin elinden alınmıştır. Türk mahalleleri, camileri, med rese ve mektepleri, hayrat eserleri Türk Vakıfları idarecilerinin de partizanca hareketleri ve suistimalleri ile yarım asra varmadan peş peşe yok olup gitmiştir. İşte, beşyüz yıllık bir hakimiyetin Bul garistan'daki bilançosu! Bu bilanço, Bulgaristan'ın her yeri için cari bir yok oluş veya ediş bilançosudur!... İstanbul'un fethinden önce, yani Fatih devrine kadar Osmanlı saltanatı devrinde camiler 9 kubbeli olarak inşa edilmekteydi. Bunun sebebi bu yapıların İslâmlarca 9 olarak belirlenen gök kub-

belerinin timsali olmasıdır. Şair Nefi Gazaiyye'sinde: "Cami-i-müh kubbe-i-kevn'in hatib-i-minberi" Süleyman Çelebi de Mevlud'unda "Nüh Felek" diye bunu kastetmiştir. Cami avlularının bazılarında zamanın icaplarına göre yapılmış kagir "Sibyan mektepleri" (İlkokul) binaları da vardı. Nitekim- ben, ilkokul öğrenimime "Seyid Mahmud" (Sultan Mehmet II?) tarafından 19 yüzyıl başlarında yaptırılmış camiinin avlusundaki "Musalla mekteb-iibtidaisi"nde başlamış- "Taşköprü" camiinin tetümmesinde devam ederek ilkokulu bu cami içinde tamamlamıştım. Meriç başına yakın bir mevkide inşa edilmiş bulunan "Taşköprü Camii" kurşun örtülü tek kubbeli oldukça geniş ve ferah bir camiydi. Filibe'ye tekrar gelişimde ardiye olarak kullanılmaktaydı. "Kuzey Trakya" da denilen "Şarkı Rumeli" ovası ve civarındaki arazi hep Türk köy ve çiftlikleriyle doluydu. 17 ve 18. asırlarda bu ovadan geçerek İstanbul'a gelen ve oradan dönen yabancı seyyah ve diplomatlar, Filibe'de 50 hane kadar hristiyan bulunduğunu yazarlar. Köy adlarına bir göz atalım: Saruhanlı, Harmanlı, Süleymançe, Tuğralı, Temrezli, Yahyalı, Alemdar, Alaeddinli, Saruhanbeyi, Menteşeli, Salihli, Pinçli, Yeniköy, Tatar Pazarcığı, Avratalan, İzladı, Karlıova, Kızanlık, Uflandır, Kılıçlı, Baltacı, Akpmar, Yeniceli... ilah. Pirinci Mısır'dan getirip Rumeli'de yetiştiren ve geniş bir çeltik arazisine adını veren Sipahi "Karareis", Hasköy- Zaimin adası, Çavuş'un değirmeni, Malkoç kırı, Kaz ovası... Bunlar bu topraklarda Türk'ün varlığını kanıtlamıyorlar mı? Bunları bizim yeni kuşaklarımız ki, bu kuşaklardan bazılarının uçkuru çözülüp belden aşağı düşmüştür, okumalılar da hâlâ oralardan gelenlere "Bulgar Türk'ü" demekten utanmalılar!... İşte aziz "Balkanların Sesi" okuyucuları size elimden, dilimden ve kalemimden geldiği kadar "Rumeli" denilen Türk'ün bağrından koparılıp elinden alınan bir vatan parçasını anlatmaya çalıştım.

RUSÇUK'TA TÜRK VARLIĞI (Balkanlar'in Sesi, 1989, Sayı 5, s/. 42-43)

Ruslar'ın, Tuna ötelerinde Dobruca ve güney istikametlerinde ilerilerinden sonra, stratejik bakımdan bir savunma noktası teşkil eden ve tabii oluşumu itibariyle bu görevi ifada elverişli bulunan Rusçuk'un önemi daha da artmıştır. Tuna'ran kuzey yakalarından gelebilecek düşman saldırılarına karşı, "Üç kale" demek olan, Şumnu, Varna ve Rusçuk'tan oluşan (Kıla-ı-selase" bu önemlerine rağmen savunma bakımından rollerini gereği kadar yerine getirememiş. Ruslar, iç düşman olan Bulgarlar vasıtasıyla Osmanlı savunma stratejisini öğrenmiş olduklarından, ne ikinci ordunun merkezi olan Şumnu'ya, ne Rusçuk'a, ne de Varna'ya hiç yanaşmadan, bu üç kalenin etrafından dolaşarak 1877-1878 savaşında Ziştovi'den Tırnova ve oradan "Haym Boğazından Edirne'ye inmişlerdir. Romanya'nın devlet merkezi "Bükreş'in çok yakınında ve Tuna'nın kuzeyindeki "Görgevo veya Corcuva"nın tam karşısında, Tuna'ya hakim ve stratejik önemi haiz tepelerle düz bir araziye sahip ve Tuna'daki nehir limanıyla ithalat ve ihracat bakımından önemli bir ticaret merkezidir. Tuna'nm Türk hakimiyeti altından çıkışına kadar bu nehirde bir deniz filotillası yani donanması nehirde savunma görevine katılmaktaydı. Yıldırım Beyazıt tarafından, Kastamonu hükümdarı Topal Beyazıt'm, Eflâk Voyvodası "Petromirçe" ile ittifak ederek müşterek bir harekete girişeceklerinin öğrenilmesi üzerine bu Voyvoda'nın cezalandırılması için giriştiği savaş sırasında Hicri 795'te Milâdî 1392 tarihinde fethedilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ancak o tarihlerde, Rusçuk'un, kendisinden bahs edilir önemde bir yerleşim merkezi olmadığı da bilinmektedir. Bulgarlarca "Ruse" denilen Rusçuk- önemli bir mevki olduğu kadar, başlıca bir Türk şehri ve Osmanlı devletinin son hakimiyet yıllarında "Tuna vilâyetinin merkezi olarak şöhret kazanmıştır. XVIII. asrın ikinci yansından sonra, Osmanlı devletinin zayıflamış ve Rusya'nın ise kuvvetlenerek Rumeli ve Kafkasya, Kırım üzerine sürekli saldırılara başlamış bulunması; Tuna boylarındaki kalelerin de zaman zaman met ve cezirler halinde düşman ellerine geçmesine ve geri alınmasına yol açmıştır. Bunlar arasında Rusçuk da na-

sibini almış bulunuyordu. Bundan başka, 1795 yılında zuhur eden bir kolera salgını da, Rumeli şehir nüfusu şehri terk ederek etrafa yayılmıştır. Tuna boyları ahalisinin huzursuzluğu XVII. asrın sonlarına doğru ve "Kaynarca Andlaşması"nm akdi önlerinde başlamış ve Rus Çariçesi II. Katerina Kınm üzerinde çevirdiği "Hanlık seçimi" dalavereleriyle bu Türk ülkesini yuttuktan sonra, "Romansov" adındaki Tuna ordusu kumandanı "Şumnu" kalesini muhasara etmiş, bir taraftan da "Koço" adında bir Sırp'ı, Bulgarları kışkırtmak üzere fedai olarak Bulgaristan'a sokmuştu. Esasen, bu asrın sonlan iç isyanlar ve gailelerle baştan başa bir kargaşa manzarası arzetmekteydi. Bu yıllarda Rusçuk'ta da "Tersenekli oğlu adında bir serkerde türemiş ve devlete bir hayli gaile olmuştur". XIX. asrın başlarında ise "Yeniçeriler" tarafından tahttan indirilen Selim III. tekrar tahta çıkarılması için "Alemdar Mustafa Paşa" ile kendisine sığınmış bulunan Sadaret Kethüdası (Kahyası) ile Reis-ül-küttap efendiler ve bunlara katılan eşraf ve ayan, onbeş bin kadar askerler, Rusçuk'tan İstanbul'a hareket etmişlerdi. "Rusçuk Yaranı" adiyle tarihimize geçen bu etip, Patrona Halil adlı serkerdenin başlattığı ihtilal ile Selim III. ün şehit edilmesine ve sonucunda da Yeniçeri ocağının söndürülmesine sahip olmuştur. Rusçuk iline bağlı Türklerin yaşadığı kasaba ve köylerin listesi: 1. Rusçuk 2.

Bizin

3.

Vetovo

4.

Koşov

5.

Marten

6.

Prosena

7.

Sandrovo

8.

Svalenik

9. Semercievo 10.

Hotansa

11.

Çerven

12.

Ştrıklevo

13.

Yastrebovo

14. Borisovo

198 : TÜRK EDEBİYATLARI ■.

16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37.

38. 39. 40. 41. 42.

43.

G. Vranovo Koşama M. Vranovo Slivo pole Stambolovo Ödelnik Dve Mogili Baniska Batişnitsa , Batin Borovo Brestovitsa Bızovest G. Ablanovo Zah. Stoyanovo K. Vırbovka Katselovo Obretenik Pomen Tristenik Çilnov Bala Botrov Dranovest Koprivest Novgrad Pepkovo Polsko Kosova

köyünün 43 'ünde Türk yaşamaktadır. Rusçuk birçok defalar düşman eline geçmiş "Gaazi" bir şehirdir. Hicri 1225, Milâdî 1810'da Silistre ile birlikte Ruslar'a teslim olmak zorunda kalmış fakat bir yıl sonra Sadrazamın kumanda ettiği ordu tarafından geri alınmıştır. 1828 ve 1829 yıllarında Silistre, Varna, Rahova'yı alan Ruslar, Şumnu, ile Silistre arasında Sadrazam "Reşit Mehmet Paşa kumandası altındaki Türk ordusunu bozarak Edirne ve Kırk-kilise (Kırklareli)'yi almışlardı. Osmanlı devletinin zayıfladığı bu iki asır içerisinde gittikçe artan Rus baskıları, nihayet 1877-1878 savaşında Osmanlı ordularının hezimeti neticesinde bütün Rumeli'nin Ruslar'ın eline geçmesi ve Bulgaristan'ın teşkiline sonuçlanmıştır. Osmanlılar tarafından feth edilmeden önceleri daha Selçuklular ve Bizans devirlerinde bu böl-

gelerde oluşmaya başlayan Türk varlığı, Osmanlılar devrinde Tuna boyları tam bir Türk anayurdu halini almış bulunuyordu. Üst üste yapılan kolonizasyonlarla Tuna boyları, çoğunluğu Türk halkından oluşmuş yoğun bir Türklük merkezi haline gelmişti. Çakmak taşı, tebeşir, kaya tuzu gibi arzımızın ilk toprak teşekkülerinden oluşmuş bulunması gözönüne alınınca, Şumnu'nun, çok eski bir jeolojik yapıya sahip bir çukurun içinde inşa edilmiş olduğu görülür. Şehrin, hemen güney ve güney-batısındaki boğazların üzerlerini çerçeveleyen "Buzluca", Yıldıztabya gibi tepeler üzerindeki mağaralar ve "Madara" kayalıklarındaki derin çukurlarla bir takım tarih öncesi devirlere ait kalıntılar, buralarda çok eski yerleşim bölgelerinin bulunduğunu göstermiştir. Bu bölgenin Karadeniz'in sularının çekilmesi ve boğazların açılmasından sonra, Varna'dan Pravadı geçidi vasıtasıyla uzayan bir deniz kulağı olmaktan çıkarak yerleşime elverişli bir hale geldiği anlaşılmakta, Pravadı civarındaki çıplak tepelerin aşıntıları bunu göstermektedir. Arazisinin teşekkülü hangi zamana ait olursa olsun, etrafındaki tepelerden bakıldığında, Şumnu, kırk kadar minaresi iç ve dış avlu evleri ve halkının yaşantısı bakımından tam bir Osmanlı kasabası manzarası arzetmektedir. Türklerce"Eski İstanbulluk" adı verilen ve Bulgarlarca "Preslav" denilen kasabanın hemen yakınındaki "Pliska" Türklerce "Ağababa" köyünde bulunan harabelerde bu civarın ilk halkının Bulgarlar olduğu iddia edilerek, yalan yanlış bu şekilde tarihe mal edilmiştir. Halbuki buralarda ilk yerleşme bölgeleri kuranların "Daklar" mı, "Perslersler" mi, "Skitler" mi veya daha eski kavmlardan adı unutulmuş bir millet mi olduğu henüz kesinlik kazanmamıştır. "Kamçı" çayı akağının oluşturan "Preslav" geçidiyle "Pravadı" derbenti'nin arasında kalan Şumnu ovası tarih öncesi devirlerden başlayarak birçok medeni veya vahşi kavmlara geçit yolu teşkil etmiş, Türk soyluğunu yitirmiş bulunan Kumanlar, Peçenekler, Avarlar ve Bulgarlar bu akıncıların tarih içi devrelere ait sonuncuları olmuştur. Nasıl ki, Bulgarlarca "Krum Han'ın Tonguzla mücadelesi" şeklinde güya tercüme edilip varlıklarının eskiliğine kanıt olarak gösterilen "Ma-

darski konnik" (Madara Süvarisi)'ndeki yazının uydurma kaydırma bir tercüme olduğuna ve gerçekte bu süvari resmi kazısının, yabani merkep avlamak alışkanlığında ait bulunduğuna ve Persler'in Daçyalılar'la yaptıkları savaşlar sırasında "Dara" (Darius) veya onun haleflerinden birinin adma yapılmış bir anıt olduğuna ben kaani bulunmaktayım. Dar ve yalçın kamçı mecrasiyle Pravadı gediği arasında stratejik bir mevkide bulunması itibariyle, Şumnu, tarihin çok eski devirlerinden beri kaleler ve daha sonraları tabyalarla müstahkem bir "yolkesen" olarak görev yapmış, Osmanlılar devrinde ise, 1877-1878 Türk-Rus Savaşma kadar 2. Orduya merkezlik etmiş, bu ordu 1912-1913 Balkan Savaşına kadar nakledilmiş bulunduğu Edirne'de kalarak oradan Anadolu'ya nakledilmiştir. Kuzeyden, Karadeniz ve Tuna ötelerinden gelecek düşmanlara karşı "Kıla-ı-selase" (Üçkale)'den, yani Varna-Rusçuk ve Şumnu'dan oluşan bir müdafaa hattiyle korumak istenen bu yol Ruslar'ın, Ziştove (Zviştov)'dan Tuna'yı geçmeleriyle hiçbir işe yaramamış, "Kel Hasan Paşa" adındaki Şumnu kumandanı pehlivan güreşleri düzenlerken Ruslar, Tırnova civarından "Haymboğazı" vasıtasıyla Balkanları geçerek Edirne'yi zaptetmişlerdi. Şumnu, yakın devirlerde, 1930'lara varıncaya kadar, "Deliorman" gibi geniş hiterlandına rağmen ve ordu merkezi olarak uzun yıllar içerisine nüfus toplamış olması gerekmesine rağmen az nüfuslu, tahminen 35-40 bin nüfuslu bir Osmanlı kasabası olarak kalıp gitmiştir. Çarşı, Köşkler, Kılak, Koşuyolu, Saat ve Bitpazarı gibi mahallelerden oluşan Şumnu, başta Türkler olmak üzere Ermeni ve az miktarda da Bulgar nüfusu ihtiva etmekteydi. Tahta kepenkli, ahşap dükkânları, aşmalı sokaklarıyla tam bir Osmanlı kasabası manzarası arzeden Kılak çarşısı hattâ şehir merkezi hiç bozulmadan 1930'lara kadar öyle kalmış bulunuyordu. Şehrin başlıca zenginleri: Terlikçi, mumcu, kaşarcı, sucukçu, kasap gibi esnaftan oluşmaktaydı. Anadolu'dan kaçıp gelen bazı Ermeniler ise şehirde halıcılığı ve Bursa havluculuğunu canlandırmaya başlamışlardı.. Şumnu, Deliorman, Varna ve Dobruca bölgelerine nerelerden ne gibi insanların getirilip yerleştirilmiş olduğu hakkında açık bir bilgiye sahip

bulunmuyoruz. Daha Roma devrinde bu havaliye Fırat boylarından bir miktar-nüfusun getirilip iskân edilmiş bulunduğunu, Peçenek, Kuman, Avar gibi Türk boylarının devletler kurmuş bulundukları, daha sonraları henüz bir Türk kavmi olan Bulgarlar'm bunlara katıldıklarını, daha sonraları Moğol, Nogay, Tatar, Çerkez, Azak... gibi Türko-Tatar asıllı nüfusun gerek Tuna ötelerinden, gerekse Karadeniz'den gelerek yerleştiklerim, kardeşine küsen "İzzeddin Keykavüs"ün kardeşiyle savaşmak üzere bir ordu kurmak maksadiyle bu havaliye bir miktar askeriyle gelmiş bulunduğu ve "Kali-akra" burnundaki mağarada medfun bulunan "Saru-Saltuk" dedenin burada bir İslâm topluluğu ve Türk kolonisi vücuda getirdiğini biliyoruz. Osmanlılarca fethinden sonra ise buralara bilhassa Doğu Anadolu'ya daha doğulardan gelen Türkmen aşiretlerinin yerleştirilmiş bulunduğunu da öğrenmekte, Kırım'ın ve Kazan, Orenburg ve Ejderhan (Astrahan)'m Ruslar'ın eline geçmesiyle burada yaşayan Türk asıllı halkın Tuna mecrasiyle Dobruca, Silistre, Varna ve Şumnu civarlarına gelerek burada yurtlandıklarını da biliyoruz. Türk Hristiyan "Gagavuzlar"ın, Peçenek kalıntısı olduğuna şüphe yoktur. Roma imparatorları zamanında bu havaliye bir kısım Ermeni'nin doğudan nakledilmiş bulundukları malûmdur. Hicri bin tarihinden sonra bir miktar emekli Yeniçerinin Tuna boyunda ve Deliorman'da evlenip yurt kurmalarına izin verilmiş olduğuna dair tarihlerimizde bazı kayıtlara rastlanmışsa da yoğun bir nüfus kütlesine sahip bulunan Deliorman halkının bir miktar ihtiyar Yeniçeriden türemiş olduğunu iddia eden Bulgar tezinin kabulü gülünç bir şey olur. Şumnu ve civarı arkeolojik bakımdan önemli kalıntılara sahip bir bölge değildir. Bulgarlar'm şişirip kendilerine tarih yapmak istedikleri "Pliska"da pek önemli bir tarih hazinesi değildir. Şumnu şehrinde Osmanlı devrinden cami, mescit, medrese, tekke gibi dinî eserler çoksa da bunlar ahşap, kerpiç gibi mimarî kıymeti haiz eserler olmayıp tamirsizlikten kendilerinden yıkılmaya müheyyadırlar. Bu eserler arasında 17. yüzyıl yapısı taş ve kurşun kubbeli "Şerif Paşa" camii ve külliyesi, Bedesten halen mamur durumda eserlerdir. Şumnu halkı, uzun yıllar kendi muhiti içe-

200

risine kapalı olarak yaşamış bulunduğundan, muhafazakâr, yeni deyimle tutucu kalmış, Bulgaristan'ın oluşturulmasından sonra bazı uyanış hareketlerine girişmiş olmasına rağmen, kültür bakımından asıla 1920 "Şumnu Darülmuallimini" adıyla açılan iki yıllık kız ve erkek öğretmen okuluna çocuklarını göndererek Rüşdiye'den biraz daha fazla bilgi ve cihazlandırılmasmdan sonra, gençlerin, temsiller düzenlemek, müzik partileri vermek ve Şumnu dışına taşmak gibi yeni bir çığıra girmeleriyle başlamıştır. Bulgarlar, Almanya ve Avusturya'nın oluşturduğu "Merkezî Avrupa" ittifakı içinde I. Dünya Savaşı süresince Türkiye ordularının, ebedî düşmanları olan Yunanlılar'a büyük bir darbe vurmuş olmasının ve Bulgaristan Türk çocuklarının bu savaşta Bulgar ordularında hayatlarını kaybetmelerinin doğurduğu sempati neticesi olmalı, Bulgaristan Türk gençlerine hiç değilse daha bilgili öğretmenler yetişebilme imkânı vermek için, Şumnu darülmuallimini açmışlardır. O zamanki Aleksandr İstamboliyski'nin Çiftçi Partisi esasen o zamana kadar görülmemiş bir Türkofil siyaset takip etmeye başlamış bulunuyordu. Daha sonraları iktidara gelen müsamahasız "Sgovor" (İttifak) yani "Koalisyon" partileri bu okulu ortadan kaldırarak yerine "Medrese-tün-Nüvab" adıyla müftü, vaiz, imam gibi din adamları yetiştirecek orta ve daha sonra iki yıllık yüksek bir okul açılması için Başmüftülüğe yetki vermişlerdir. Okullar, adları ve mahiyetleri ne olursa olsun oradan ders alanların uyanma ve uyanlma derecesiyle ölçülmelidir. Nitekim aslında dinî bir okul olan Nüvab mektebinden yetişen gençler, millî hislerin istikametine yönelerek faydalı insanlar olmuşlardır. Şumnu, "Muallimin-i-İslamiyye Cemiyeti"nin ilk kongresinin kuruluşuna sahne ve bu kuruluşa uzun yıllar yuva oluşuna ve geniş Türk halkı kütleleriyle dolu hinterlandı bulunuşuna rağmen kendisinden beklenilen kültür liderliğini elde edememiştir. Her ne kadar "Darül-muallimin" ve

"Nüvvab" mektepleri ile Turancılık teşkilâtı biraz canlılık kazandırmışsa da esaslı bir faaliyet zemini teşekkül edememiştir. Sabri Sadık tarafından kurulan Türk basımevi birçok kitap basmışsa da bunlar zevksiz baskılarıyla rağbet kazanamamıştır. Bununla beraber yine de Şumnu'nun bir Türk kültür yuvası olduğu inkâr edilmez. Bazı politik sebeplerle Türkiye'den gelen yüksek öğrenim görmüş hocaları ile takviye edilen "Dar-ül-muallimin" ve "Nüvvab" mektepleri Deliorman, Eski Cuma, Osman Pazarı çocukları için birer kültür ocağı olmuşlar, gözleri Türk milliyetçiliğine açılan bu gençler Bulgarlar'm güttüğü hedefe yönelmemişlerdir. Bulgarlarca, "Sumen", Türklerce "Şumnu veya Huşumnu" Batılılarca "Choumla" adlarıyla anılan bu şehre verilen adın ilk çıkışı bilinmemektedir. Halbuki, "Sumen" esasen Bulgarlarca olup aslında sakin ve sessiz oluşunun aksine "Gürültülü, şamatalı" anlamına gelmektedir. Şumnu'da bazı mutasavvıf şairlerin yetiştiğine dair tezkirelerde kayıtlara rastlanmaktaysa da önemli şahsiyetlere tesadüf edememekteyiz. Köşkler civarındaki türbesinde medfun bulunan "Gelberu Sultan"ın da kimliği hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Bu zatın bir Bektaşi veya Bayrami şeyhi olması düşünülebildiği gibi, "Saru Saltuk"un veya bir müddet Dobruca ve Deliorman havalisinde ikamet etmiş bulunan "Şeyh Bedreddin"in müritlerinden olması mümkündür. Dini bilgisiyle gerçek bir üstad olan ve bir zaman başmüftülük yapmış bulunan faziletli "Hocazade Efendi"yi Şumnu'da yetişen ulema ara sında zikretmeyi bir kadirşinaslık sayarım. Şumnu irfanına hizmet etmiş kimseler arasında Şumnulu Hoca Osman Nuri Efendi'yi de yerli bilgin kişiler olarak zikretmemiz bir borçtur. İlk yenicilik akı mına daha Abdülhamit devrinde ayak uyduran Hacı Necip Paşa, Kesim Zade, Talat Tokaliyef ve yine Hafız Abdullah gibi uyanık kişileri de rah metle anarım.

View more...

Comments

Copyright � 2017 SILO Inc.